ÖDEV SİTESİ

20 Ekim 2007 Cumartesi

Anadolu Selçuklu Devleti

Malazgirt Zaferi'ni takip eden yıllarda, Selçuklu komutanları emrindeki Türkmenlerle birlikte Anadolu'nun büyük bir kesiminde fetih hareketlerine girişmişlerdi. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi özellikle Doğu ve Güney doğu Anadolu bölgelerinde birçok Türk devleti kurulmuştu. Orta ve Batı Anadolu akınları ise Artuk Bey ve Tutak tarafından yönetilmekteydi. Ordusu Malazgirt'te büyük ölçüde dağılmış, taht mücadeleleri ile çalkalanan Bizans, bu akınlara karşı koyacak güçten yoksundu. Artuk Bey'in bölgeden ayrılmasından sonra, Süleyman Şah ve kardeşleri, Melikşah tarafından Anadolu'nun fethiyle görevlendirildiler. Böylece Türkiye Selçuklu-larının temeli atılmış oldu.
Anadolu Selçuklu Devleti'nin Kuruluşu:
Türkiye Selçuklularının kurucusu olarak bilinen Kutalmışoğlu Süleyman Şah, Selçuklu hanedanına mensuptu. Dedesi Arslan Yabgu, hile ile Gazneliler tarafından yakalanıp, tutsak alınınca, Selçuklu tahtına yeğenleri Tuğrul ve Çağrı Bey geçmişti. Arslan Yabgu'nun ailesi bu olayı hiçbir zaman unutmadı. Nitekim Arslan Yabgu'nun oğlu Kutalmış, Alp Arslan'ın hükümdarlığını kabul etmeyerek isyan etmiş ve savaş sırasında ölmüştü(1063). Melikşah, Kutalmış'ın oğullarını Anadolu'nun fehtinde görevlendirerek, hem bu ailenin gönlünü almış hem de merkezden uzaklaştırarak, olası bir taht mücadlesinin önüne geçmiş oluyordu. Ayrıca Arslan Yabgu'ya bağlı Türkmenler de bu yolla, Anadolu'ya sevk ediliyordu. Kutalmışoğlu Süleyman Şah ve kardeşleri Mansur, Alpdilek ve Dolat, önceleri Fırat ırmağı boylarında ve Urfa civarında fetihlerde bulundular. Bizans'ın elindeki Antakya'yı kuşatarak, burayı vergiye bağladılar (1074). Süleyman Şah daha sonra Batı Anadolu'ya yönelerek Bizans'a karşı topraklarını genişletir. İstanbul'un yanı başındaki İznik'in fethiyle burası merkez yapılır ve böylece Türkiye Selçukluları fiilen kurulmuş olur (1075).Süleyman Şah'ın, devletin sınırlarını Üsküdar ve Kadıköy'e kadar genişlettiğini duyan Türkmenler akın akın Anadolu'ya göçüyor, ülkede Türk nüfusu sür'atle çoğalıyordu. Onun adil yönetimi, Müslüman olmayan kitleleri de kendine çekiyordu. Bizans'ın köle muamelesi yaptığı köylüler, Selçuklu yönetimi altında hürriyetlerini kazanıyor, toprak sahibi oluyorlardı. Bizans tahtına geçen Aleksi Komnen, her geçen yıl itibarını ve topraklarını artıran Süleyman Şah ile bir anlaşma imzalamak zorunda kalır (Dragos Anlaşması) . Anlaşmaya göre Selçuklular, İstanbul Boğazı'nı terk ederek Dragos Suyu'na çekilecek, karşılığında ise Bizans'tan vergi alacaktır (1081). Süleyman Şah, Bizans ile anlaşma yaptıktan sonra yeniden Doğu seferine çıktı. Ermeniler'in elindeki Antakya'yı ele geçirdi (1084). Antakya ile beraber Çukurova'nın tamamı Selçuklu hâkimiyetine girdi . Antakya'dan vergi alan Halep emiri Şerifüddevle, bu durumu kabul etmeyerek Süleyman Şah ile savaştı. Ancak savaş alanında öldü. Süleyman Şah Halep'i kuşattı. Kendi hâkimiyet sahasındaki Halep'in kuşatılması üzerine Suriye Selçuklu Meliki Tutuş, Artuk Bey'le beraber harekete geçti. Haleb yakınında yapılan savaşta Süleyman Şah yenildi. Üzüntüsünden kendi hayatına kıydı (1086). Sultan Melikşah, kendine bağlı beylerin birbiriyle mücadele etmesinin Selçuklu hâkimiyetini sarsabileceği endişesiyle duruma müdahale etmek üzere Suriye'ye gelir ve neticede hanedan üyelerinin hak talep ettiği Antakya, Halep ve Urfa'yı merkeze bağlar. Kutalmışoğlu Süleyman Şah'ın oğulları Kılıçarslan ve Kulan Arslan'ı (Davud), yanına alarak, geri döner. Böylece Anadolu Selçukluları Melikşah'ın ölümüne kadar merkezden gönderilen komutanlar tarafından idare edilmek istenir. Fakat bu maksatla Anadolu'ya gönderilen Porsuk ve Bozan bunu başaramazlar. Sultan Melikşah'ın vefat etmesi üzerine, Kılıç Arslan ve kardeşi 6 yıldır gözetim altında bulundukları İsfehan'dan Anadolu'ya dönerler (1092). 1.nci Kılıçarslan, İznik'te tahta çıkarak, Türkiye Selçuklularının hükümdarı olur. Büyük Selçuklu Devleti ile gizliden gizliye sürdürülen hâkimiyet mücadelesi Melikşah'ın ölümüyle aşikâr bir hâl almış ve Türkiye Selçukluları artık müstakil hareket etmeye başlamıştır. I.Kılıçarslan, kuvvetli bir donanma inşa eden Çaka Bey'in kızını alarak, onunla ittifak kurdu. Ancak Bizans'ın kışkırtmasıyla, Anadolu hâkimiyetine engel gördüğü Çaka Bey'i daha sonra ortadan kaldırdı (1093). Marmara kıyısında oluşturduğu donanma ile güçlenen I.Kılıçarslan, Bizans'a yöneldiği esnada kendisini Haçlılar gibi büyük bir tehlike bekliyordu. Vatan kurma aşamasında olan Selçuklular Haçlı seferleriyle büyük bir darbe yedi. Batı Anadolu ve Marmara elden çıktı. Selçuklular iç bölgelere çekilmek zorunda kaldılar. Kalabalık Haçlılar karşısında şehirler harap hâle geldi; sayısız can ve mal kaybı oldu. Suriye, Mısır ve Filistin'de birçok şehir Haçlıların eline geçti. İlk Haçlı Seferi: Bizans İmparatoru Aleksi Komnen, Türk ilerleyişini durdurmak için Papa 2.nci Urban'dan yardım istemişti. Papa bir çağrıda bulunarak Türklere karşı harekete geçilmesini sağladı. Böylece Haçlı seferleri başlamış oluyordu. Piyer L'hermit liderliğindeki sayıları yüz binleri bulan çapulcu ve düzensiz kitlelerden oluşan ilk Haçlı grubu İstanbul'a ulaştı(1096). Bu sırada 1.nci Kılıçarslan, Danişmentlilere karşı Malatya kuşatmasında bulunuyordu. Haçlı ordusunun geldiğini duyunca hemen geri döndü. İlk Haçlı kitlesinin tamamına yakını sultanın kardeşi Davud tarafından yok edildi. Ancak arkadan gelen ve sayıları yüz binleri bulan asıl Haçlı ordusu İznik'i ele geçirdi (17 Haziran 1097). 1.nci Kılıçarslan Haçlı ordusunu Eskişehir (Doreleon) yakınında karşıladı. Onları bozguna uğrattıysa da sayıları oldukça fazla olan Haçlılar karşısında geri çekilmek zorunda kaldı. Bundan sonra Haçlılara karşı vur kaç taktiği uygulandı. Yıpratma savaşıyla Haçlılara büyük zayiat verdiriliyordu. Ancak Konya, Urfa, Antakya gibi şehirlerin düşmesine engel olunamadı. Nihayet Haçlılar, Fatımîlerin elindeki Kudüs'e ulaştı ve burayı işgal ettiler(15 Temmuz 1099). Haçlılar ele geçirdikleri yerlerde, Haçlı kontluklarını kurdular.
1.nci Kılıçarslan'ın Ölümü:
İlk Haçlı seferinin bu şekilde neticelenmesinden sonra, 1.nci Kılıçarslan, Anadolu Türk birliğini sağlamak için tekrar doğuya sefer düzenler. Kendine rakip gördüğü Danişmentliler üzerine yürür. Elbistan, Maraş ve Malatya'yı alır. Hâkimiyet sahasını Musul'a kadar genişletir. Bunun üzerine Irak ve Suriye Selçukluları telâşa kapılırlar. Çavlı idaresindeki Büyük Selçuklu ordusu ile 1.nci Kılıçarslan birlikleri karşı karşıya gelir. Artuklu İl Gazi ve Suriye Meliki Rıdvan'ın da katılmasıyla daha da kalabalıklaşan orduya karşı koyamayan 1.nci Kılıçarslan savaşı kaybeder. Geri çekilirken Habur ırmağında boğulur. (1107) 1.nci Kılıçarslan'ın ölümüyle, Anadolu'da hâkimiyet Danişmentlilerin eline geçmiştir. 1110 yılında 1.nci Kılıçarslan'ın kardeşi Şehinşah tahta oturur. Ancak kardeşi 1.nci Mesud, Danişmentlilerin de desteğini alarak, onunla mücadele eder ve Konya'da tahta çıkar(1116). İznik'in düşmesinden sonra artık Türkiye Selçuklularının yeni başkenti Konya olmuştur. Selçukluların içinde bulunduğu durumdan faydalanmak isteyen Bizans, Gürcü ve Ermeni kuvvetleri Türklere karşı harekete geçmişlerdir.Danişmentli Emir Gazi'nin ölümü üzerine (1134), Sultan Mesut tekrar güç kazandı ve birliği sağlamayı başardı. Bizans İmparatoru Manuel Komnen ile Konya yakınlarında yapılan savaşta Selçuklular büyük bir zafer kazandılar (1146). Ancak bu sırada 2.nci Haçlı ordusu yola çıkmıştı.Musul Atabeyi İmadeddin Zengi Urfa'yı Haçlılardan kurtarınca (1144), 2.nci Haçlı Seferi düzenlenmiştir. Seferin başında Alman Kralı 3.ncü. Konrat ve Fransa Kralı 7.nci Lui bulunmaktaydı. Ceyhan yakınlarında yapılan savaşta 3.ncü Konrat hezimete uğrar ve İznik'e çekilir. 7.nci Lui de Yalvaç yakınında Türklerin anî hücumuna uğrar, Antalya'ya kaçar. Oradan Kudüs'e geçer (1147). Haçlılar'a karşı kazanılan bu başarılar, Selçukluların itibarını daha da artırır.Sultan I.Mesud daha sonra Ermeni işgalindeki Maraş'ı ele geçirir. Çukurova'da hâkimiyeti sağlar. Danişmentli Beyi Yağı-basan'ı kendine bağlar. Böylece 1.nci Mesut öldüğünde Anadolu'da siyasî birlik sağlanmış oluyordu. (1155).
2.nci Kılıçarslan Zamanı:
1.nci Mesut ölmeden evvel ülkeyi üç oğlu arasında taksim etmiş, fakat taht için 2.nci Kılıçarslan'ı vasiyet etmişti. 2.nci Kılıçarslan sultan olduğunda öncelikle, kardeşleriyle mücadele eder. Bu sırada gittikçe güçlenen Musul Halep Atabeyi Nurettin Mahmut'un güney sınırlarındaki faaliyetlerini önler. Karışıklıklardan faydalanarak Maraş'ı ele geçiren Ermenileri buradan çıkarır. Kardeşi Şehinşah'ı destekleyen Danişmentliler Bizans ile anlaşır. 2.nci Kılıçarslan, nüfuzunu artırmak için Saltuklu Beyi'nin kızıyla evlenmek ister. Ancak Danişmentli Yağı-basan gelin adayını kaçırır. Bu yüzden Selçuklular, Yağı-basan'ın üzerine yürür, fakat yenilirler (1162).
Danişmentliler ile yaptığı ittifakı bozmak için 2.nci Kılıçarslan İstanbul'a gider ve Bizans'ın Danişmentlilere verdiği desteğin kesilmesini sağlar. Artuklular ile girdiği mücadeleden de zayıf düşen Danişmentlilerin şehirlerini teker teker ele geçirir. Nihayet Malatya ve Sivas'ı da ele geçiren 2.nci Kılıçarslan, Danişmentlilerin hâkimiyetine son verir (1178).
Miryakefalon Savaşı:
Bizans, 2.nci Kılıçarslan ile yapılan anlaşmayı bozarak, tekrar Danişmentlileri desteklemeye başlamıştı. Ayrıca Danişmentlilerden alınan bazı şehirlerin kendine verilmesini istiyordu . Dolayısıyla Selçuklularla savaşmak için bahaneler aramaktaydı. Gerçek sebep Selçukluların Anadolu'da siyasî birliği sağlaması ve Türklerin gittikçe güçlenmesiydi. Nitekim 2.nci Kılıçarslan'ın barış teklifini reddeden imparator Manuel, 100 bin kişilik bir ordu hazırladı. Manuel'in maksadı işgalci olarak gördüğü Türklerden Anadolu'yu tamamen temizlemek ve onları Orta Asya'ya kadar sürmekti! İstanbul'dan çıkan Bizans ordusu Konya'ya doğru yola çıktı. Türkmen beyleri bu kalabalık fakat hantal orduya yol boyunca küçük çaplı saldırılarda bulunarak,onları yıpratıyordu. Bizans ordusu, Homa-Sandıklı-Dinar arasında Miryakefalon adı verilen sarp ve dar bir vadiye girdiğinde, Selçukluların tuzağına düştü. 2.nci Kılıçarslan, çıkışını kestiği vadide Bizans ordusunu ablukaya aldı. Tepelerde mevzilenmiş okçuların oklarından kaçanlar, süvariler tarafından yok edilmekteydi. Miryakefalon Vadisi Bizans askerlerinin cesetleriyle dolmuştu. (Eylül 1176 ). Bu büyük zafere karşılık, Bizans İmparatoru Manuel ile mütevazi bir anlaşma yapıldı. Anlaşmaya göre Bizans, Eskişehir'de inşa ettiği mevzileri kaldıracak ve Selçuklulara yüklüce bir savaş tazminatı ödeyecekti. Bu savaş, yaklaşık yüz yıl önce kazanılan Malazgirt Savaşı'ndan sonraki en büyük zaferdir. Miryakefalon Savaşı ile, Anadolu'nun Türklerin vatanı olduğu onaylanmıştır. Bizzat Bizans kaynaklarının da belirttiği gibi o zamana kadar Türkleri işgalci olarak gören Bizans, bu zaferle gerçeği görmüş; Anadolu'nun Türklerin yurdu olduğunu kabul etmek zorunda kalmıştır. Nasıl ki, Malazgirt Meydan Muharebesi vatan kuran bir savaş olarak niteleniyorsa Miryakefalon da vatan kurtaran bir savaş olarak nitelenebilir. Son kez savunmada kalan Türklere karşı artık Bizans savunma yapmak zorunda kalacaktır. Bu savaş sonuçları itibariyle Başkomutanlık Meydan Muharebesi ve Büyük Taarruz ile benzerlik gösterir. Miryakefalon öncesinde Bizans, Türkleri Anadolu'dan atmayı plânlamış; İstiklal Harbi'nde de Yunanistan aynı maksadı gütmüştür. Fakat her iki mücadele sonunda Türklerin, Anadolu'nun tapusunu ellerinde bulundurduğu gerçeğini, düşmanların tescil etmek zorunda kalmasıyla neticelenmiştir. Miryakefalon Zaferi'nden sonra Selçuklular, Batı Anadolu yönünde genişlediler.
2.nci Kılıçarslan zamanında Selçuklular bölgenin en kuvvetli devleti hâline gelmişti. İyice yaşlanmış olan sultan ülkesini eski Türk geleneklerine uygun olarak 11 oğlu arasında paylaştırdı. Küçük oğlu Gıyaseddin Keyhusrev'i veliaht tayin etti. Fakat henüz sağlığında oğulları arasında taht mücadeleleri başladı. Bu esnada 3.ncü Haçlı Seferi düzenleniyordu. Selahaddin Eyyubî'nin Kudüs'ü ele geçirmesi (1187), üçüncü kez Haçlı seferinin düzenlenmesine vesile olmuştur. Bu sefere Alman İmparatoru Frederik Barbaros, İngiltere Kralı Arslan Yürekli Rişar ve Fransa Kralı Filip Ogüst katılmıştır. Anadolu'ya geçen Frederik Barbaros'a karşı, kardeş kavgası ile uğraşan Selçuklu ordusu fazla bir direniş göstermedi. Konya Haçlıların eline geçti . Buna rağmen Türkmen cemaatleri baskınlar düzenleyerek Haçlı ordusunu oldukça yıpratmaktaydı. Alman İmparatoru F. Barbaros Silifke Suyu'nda boğulunca ordusu tamamen dağıldı. Böylece Selçuklular yeni bir Haçlı tehlikesini daha atlatmış oluyordu. Deniz yoluyla giden diğer krallar da başarı sağlayamadılar. Ancak 2.nci Kılıçarslan, oğullarının birbiriyle mücadele etmesinden duyduğu derin üzüntünün neticesinde vefat etmişti (1192). 2.nci Kılıçarslan'ın ölümünden sonra, Uluborlu hâkimi 1.nci Gıyaseddin Keyhüsrev tahta çıktı. Ancak kardeşleri onun hükümdarlığını tanımadılar. Batıda Bizans ile mücadele ettiği sıralarda, Tokat meliki olan ağabeyi 2.nci Süleyman Şah güçlenmekteydi.

Etiketler: , , , , , ,

Lozan Barış Antlaşması

Kurtuluş savaşını başarıya ulaştıran Mustafa Kemal Paşanın başında bulunduğu T.B.M.M. hükümetiyle İtilaf devletleri arasında önce Mudanya mütarekesi imzalandı ( 11 Ekim 1922 ). Buna göre, kısa bir süre sonra, barış yapılması gerekliydi. İtilaf devletleri, barış görüşmelerine T.B.M.M. hükümetiyle Osmanlı hükümetini davet ettiler. Bu durum T.B.M.M. hükümeti tarafından olumlu karşılanmadı. Yapılan toplantıda Ankara hükümeti, Osmanlı hükümetiyle ilişkisi bulunmadığını ve Türkiye’yi yalnız Ankara hükümetinin temsil edebileceğini, aksi halde toplantıya katılmayacağını İtilaf hükümetlerine bildirdi. Bu sırada İngiltere’de savaş taraflısı Lloyd George kabinesi düştü. Yerine barış taraflısı Bonarlow kabinesi geçti. Kabinede Dışişleri bakanlığı görevi Lord Curzon’a verildi. Curzon, barış görüşmelerinin hemen başlatılması için, diğer devletlerle ilişki kurarak, çalışmalara başlamıştı. Fransa, İtalya ve Yunanistan görüşmelere hemen başlama kararı aldılar. T.B.M.M. Hükümetinin uyarmasını da dikkate alan bu devletler, Lozan konferansına yalnız Ankara hükümetinin katılmasında bir sakınca görmediklerini Lord Curzon’a bildirdiler. Lord Curzon da durumu Ankara’ya yazdı. Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümeti çağrıya olumlu cevap verdi ve Ankara’da Lozan’a gidecek heyet seçildi.Heyete İsmet Paşanın ( İsmet İnönü ) başkanlık etmesi kararlaştırıldı. Dr. Rıza Nur ve Hasan Saka’dan gayrı müşavir olarak heyete, Münir Ertegün, Muhtar Çilli, Veli Saltık, Zülfü Tiğrel, Zekai Apaydın, Celal Bayar, Şefik Başman, Seniyettin Başak, Şevket Doğruer, Tevfik Bıyıklıoğlu, Tahir Taner, Nusret Metya, Hikmet Bayur, Zühtü İnhan, Fuat Ağralı, Mustafa Şeref Özkan, Şükrü Kaya, Hamit Hasancan, Ruşen Eşref Ünaydın ve Yahya Kemal Beyatlı Beyler de alındı. Konferansa katılan Türk gazetecileri;Ahmet Cevdet, Ahmet Şükrü Esmer, Hüseyin Cahit Yalçın, Velit Ebüzziya,
Kerami Kurtbay, Mecdi Sayman, Kemal Salih Sel, Asım Us, Ahmet Hidayet Reel Beylerdi.
Türk Murahhas heyeti Lozan’a gitmek üzere Ankara’dan 4 Kasım 1922’de törenle uğurlandı. Konferansın açılış tarihi olarak önce 13 Kasım kararlaştırılmıştı. Ama bu arada müttefikler birtakım tertiplere başvurdular; nitekim Türk heyeti Lozan istasyonunda, devlet ileri gelenleri tarafından bilhassa karşılanmadı. İnönü bu durumdan yararlandı ve Fransa başbakanı ve dışişleri bakanı Poincare’nin özel davetini kabul ederek Paris’e gitti, onunla konuştu. Bu görüşme İngilizleri etkileyecekti. Fransız basınında Türkler için yararlı yayınlar yapıldı. Konferans ancak 20 Kasım saat 3:30 ‘da Mont Benon gazinosu salonunda açıldı. Müttefikler bu konferansı “ Şark İşleri Konferansı “ olarak adlandırdılar. Onlara göre bu, 1914’ten beri doğunun huzurunu bozan savaşlara kesin olarak son vermek ve karşılıklı anlaşmaya varmak üzere toplanan bir konferanstı. Bu sebeple Lozan’daki görüşmeler sırasında İsmet Paşa, Osmanlı hükümetiyle ilgili bütün meselelerle uğraşmak zorunda kaldı. Mustafa Kemal Paşa bu durumu, Nutuk’ta “ Lozan sulh masasında bahse mevzu olan meseleler üç, dört yıllık yeni bir devreye münhasır kalmıyordu. Konferansta, yüzyıllık hesaplar görülüyordu. Bu kadar eski, bu kadar karışık, bu kadar mülevves hesapların içinden çıkmak, elbette o kadar basit ve kolay değildi “ diye belirtir ve İsmet Paşanın karşılaştığı güçlükleri anlatır. Konferans İsviçre Konfederasyonu başkanının bir konuşmasıyla açıldı. İsmet Paşa bu ilk toplantıda salona Lord Curzon ile birlikte girdi ; konferansa Lord Curzon başkanlık edecekti. İsviçre başkanı nutkunu “ Yeryüzündeki iyi niyetli insanlara selam “ söyleriyle bitirdi. Açılış töreninde İtalya başbakanı Mussolini ve Fransa başbakanı Poincare de bulunuyordu. İsviçre Konfederasyonu başkanından sonra Lord Curzon bir konuşma yaparak “ Eğer delegelerin hepsi aynı uzlaştırıcı ruhla çalışırlarsa, masaya gelecek her meseleyi çözmek ve barış yapmak isteğini duyarlarsa, amaca ulaşmak kolaylaşacaktır “ dedi. Bu konuşmadan sonra kendisinin, taraflardan biri olduğunu düşünerek İsmet Paşa söz istedi ve konuşmasında Türkiye’nin uğradığı haksızlıkları saydı. Anadolu’daki tahribatı, yapılan mezalimi, halkın çektiği acıları anlattı. Konferansa bir ricacı olarak gelmediğini de tekrarladı. Asıl görüşmeler, 21 Kasım’da saat 11:00’de , Chateau d’Uhy otelinin büyük salonunda başladı. Oturumun başkanı Lord Curzon idi. Konuşmalar sert bir hava içinde başladı. İsmet Paşa, komisyonlardan birinin başkanlığının Türklere bırakılmasını, genel sekreterliğe bir Türk yardımcının verilmesini ve Türk delegeleri sayısının ikiden üçe çıkarılmasını teklif etti.
Bu tekliflerin hepsi karşı tarafça reddedildi. Yalnız Boğazlar meselesi konuşulurken bu konuşmalara Karadeniz’de kıyıları olan devletlerin temsilcilerinin çağrılması teklifi olumlu karşılandı. Konuşmaların bu kısmına Sovyetler Birliği ile Romanya ve Bulgaristan temsilcileri de katıldı. İsmet Paşa bütün oturumlar boyunca Fransızca konuştu. Konferansta önce üç ana komisyon kuruldu. Bunların sayısı gerekirse artırılacak yahut alt komisyonlar seçilecekti. Ana komisyonlar:
Topraklara, askerliğe ve Boğazlar’a ait işler komisyonu.
Ekalliyetler ( azınlıklar ) komisyonu.
Mali, iktisadi ve hukuki işler komisyonuydu.
Bunun dışında alt komisyonlar da kuruldu. Lozan’da karşılaşılan ilk çetin mesele Batı Trakya meselesi oldu.Bu topraklar son elli yıl içinde,Türkler,Bulgarlar,Yunanlılar arasında çeşitli bölünmelerle el değiştirmiş ve bu konuda yapılan her incelemede , o andaki duruma göre verilen istatistikler ayrı sonuçlar doğurmuştu. Lozan konferansına gidildiği zaman, Batı Trakya’da Türk nüfusu, diğer nüfusa nazaran çoğunluktaydı. Türk kuvvetleri bir taraftan Meriç hattına ilerlerken öte yandan bazı milis teşkilatçıları Batı Trakya’da mahalli teşebbüslere girişmişler, bir müslüman hükümet kurmayı bile tasarlamışlardı. Ankara’nın barış istemesi üstüne, Batı Trakya’da Yunanistan’dan geri alınacak topraklar meselesiyle ilgili çalışmalara yer verilmedi. Çünkü Türkiye, Batı Trakya’yı Birinci Dünya savaşından önce elden çıkarmıştı. Bu durum, birtakım antlaşmalara dayanıyordu. Batı Trakya, saldırıya uğrayan ve Yunanlılar tarafından zorla işgal edilen Türk topraklarına benzer durumda değildi. Milli misak sınırları içinde de bulunmuyordu. Fakat ortada bir Karaağaç meselesi vardı ve burası, Edirne’nin bir mahallesiydi. Yunanlılar Edirne’yi işgalleri sırasında Karaağaç’ı ele geçirmişlerdi; Mudanya antlaşması, Meriç nehrine kadar Türk topraklarının Türklere geri verilmesini kabul ettiği halde, Meriç’in batı kıyısına düşen ve Edirne’nin bir mahallesi durumunda olan Karaağaç meselesini barış konferansına bırakmıştı.
Konferansta Yunanlılar bu konu üstünde direndiler. Boğazlar, azınlıklar ve diğer meseleler üstünde de olumlu ilerlemeler olmadı. Konferansın açılışı üstünden bir ay geçti. Ele alınan meselelerin çözümü konusunda, her iki taraf da görüşünü değiştirmedi. İsmet Paşa bu hava içinde, Ankara’ya durumu bildirmek ve konuyu daha yakından görüşebilmek için heyetten Hasan Saka Bey’i memlekete gönderdi. Hasan Bey, Türkiye Büyük Millet Meclisi kürsüsünde Türklerin Lozan’daki tutumunu ve diğer devletlerin öne sürdüğü meseleleri bütün açıklığıyla anlattı. Bir kısım konuşmacılar silaha sarılmaktan ve meseleleri silah gücüyle çözümlemekten söz ettiler. Hasan Bey’in mecliste verdiği bilgilere göre birinci komisyonun ele aldığı meseleler şunlardı :
a ) Boğazlar Meselesi : Türk tezine göre : Karadeniz ve Çanakkale Boğazları Türkiye’nin hakimiyeti altındaki topraklar üzerinde ve Milli misak sınırları içindedir. İstanbul ve Marmara’nın güvenliği için Boğazlar, Türk hakimiyeti altında olmalıdır. Türkiye, bu ilkeler kabul edildikten sonra Boğazlar’ın milletlerarası ulaştırmaya açılması konusunda ilgililerle birlikte karar alabilir. Sovyetler Birliği dışişleri bakanı Çiçerin, Türk tezini destekledi ve bu tutum Türkiye için faydalı oldu. Nitekim görüşmeler, Boğazlar hukuku hakkında Türkiye’nin sunduğu tez üstünde devam etti.
b ) Azınlıklar Meselesi : Anadolu’daki zafer, Anadolu Rumluğuna ve Anadolu’daki Ortodoks kilisesine son verdi. Kaçan Yunan ordusuyla birlikte Yunan adalarına Rum göçmen akını başladı. Bunların sayısı yaklaşık olarak 263000’i bulduğu gibi, Yunanlıların “ pontus “ dedikleri Karadeniz kıyılarındaki Rumlar da, aynı şekilde çekildiler. Antlaşmaya göre yapılacak “ mübadele “ sonunda, Anadolu ve Doğu Trakya’da Rum kalmayacaktı. Türkiye’deki azınlıkların hakları Avrupa’da imzalanan antlaşmalar çerçevesi içinde Türkiye hükümeti tarafından korunacaktı. Türkiye’ye komşu ülkelerdeki Türk azınlıklarının hakları da aynı antlaşma hükümlerine bağlıydı. Bu görüş İstanbul’da kalacak Rumlarla, Batı Trakya’da kalacak Türkler meselesini ortaya çıkardı. Hıristiyan heyetlere göre eski Bizans’ın son hatırası olan patrikhane yüzünden tartışmalar uzadı.
c ) Musul Meselesi : Musul vilayeti bakımsız, yıkılmış, fakat taşıdığı petrol rezervleriyle daima ilgi çeken bir bölgeydi. Bu yüzden Irak ve Musul vilayetlerini İngilizler, kendilerine verilecek bir toprak sanıyorlardı. Sevr antlaşmasıyla Güneydoğu Anadolu’da kurulması kararlaştırılan Kürdistan için Musul’un ellerinde bulunmasını ve bu yolla İngiliz ordusunun bu bölgede yerleşmesini gerekli görüyorlardı. Mütareke imzalandığı zaman ( 30 - 31 Ekim 1918 ), Musul şehri ve yöresi İngilizlerin elinde değildi. İngilizler Musul’u mütarekeden sonra ele geçirdiler ve Irak’ta bir kukla hükümet kurarak bir hükümetle bazı antlaşmalar yaptılar. Bu konudaki Türk tezi şuydu :
Musul vilayetinde çoğunluk Türktür.
Coğrafi ve siyasi bakımdan bu vilayet, Anadolu’nun ayrılmaz parçasıdır.
Türkiye’nin bir parçası olan bu topraklar hakkında İngiltere’nin imzaladığı antlaşmalar yersizdir.
Musul vilayeti, İngilizler tarafından mütarekeden sonra işgal edilmiştir. Bu sebeple, aynı durumda olan öteki Türk toprakları gibi, anavatan verilmelidir.

Lord Curzon bu görüş ve isteklere karşı çıktı. Fransız ve İtalyan temsilcileri de onu desteklediler. Bu topraklar konusunda, gelecekte kurulması düşünülen bir kurulda ele alınması görüşü ortaya atıldı. İsmet Paşa bu görüşe karşı direndi ve “ Dünyada hiç kimse, Musul meselesinden dolayı sulhun tehdit edilmesini istemez “ diyerek meseleye barışçı bir çözüm yolu aradı. Fakat İngiltere de görüşünde direnerek ortada bir savaş tehlikesi olduğunu ve Milletler Cemiyeti misakının II. maddesine göre İngiltere’nin bu meseleyi çözümleyecek güçte bulunduğunu ileri sürdü. İsmet Paşa, dünya kamuoyunun bu konuda Türk davasına destek olacağı inancını belirtti. Musul meselesi, Milletler Cemiyeti’nin araştırma ve hakemliğine bırakıldı. Milletler Cemiyeti, Türk görüşünü benimsemedi. İkinci komisyon, Türkiye’deki yabancıların hakları meselesiyle uğraştı. Kapitülasyonlar meselesi de yalnız Lozan görüşmelerinin değil, Türk Milli mücadelesinin de ana konularından biriydi. Kapitülasyonla eski Osmanlı İmparatorluğuyla batılılar arasında yapılmış birtakım antlaşmalardı. Bunlar, Osmanlı Devleti güçten düştükçe, Türkiye’nin yarı sömürgeliğini kanunlaştıran bir nitelik kazanmıştı. Lozan konferansında karşı taraf bu şartları sürdürmek istedi. Kapitülasyonların en önemli noktası gümrük tarifeleriydi. Türkiye gümrüklerinde gerekli gördüğü tarifeleri uygulayamayacaktı. Bu durum, ülkede sanayinin gelişmesini, iktisadi kalkınma ve hakimiyeti sağlayıcı ve koruyucu tedbirlerin alınmasını önlüyordu. Ayrıca devletin yargı bağımsızlığına, ulaştırma haklarına engel oluyordu. Konferansta Türk tezi, kapitülasyonların kesin olarak kaldırılması yönündeydi. Karşı taraf adına Lord Curzon, kapitülasyonları : “ Türkiye’nin ticaret ve servet kaynaklarının geliştirilmesi için yabancılara verilmiş garantiler “ sayıyordu. İsmet Paşa’nın karşılığı ise kesindi: “ Yabancıların Türkiye’deki durumu, mütakil ve kendi mukadderatına sahip medeni milletlerin kanunlarına benzer kanunlarla garanti edilmiştir. ” Bu konuda Türk heyeti, yabancı hukukçuların danışmanlıklarından da faydalandılar. Yabancı kaynaklardan örnekler derlendi. İsmet Paşa’nın savunduğu Türk görüşü “ Kapitülasyonların, iki taraflı mukavelelerden ibaret bulunduğunu ve ebediyen feshi mümkün olmadığını kabul etmek, elbette ki haksızlık olur. Müddetleri belli olmayan muahedeler “ Rebus Sic Stantibus ( değişin şartlara göre antlaşma yenilenir ) kaydına uyar “ Bu kayıt, “ bir antlaşmanın yapılmasını gerektiren durumlarda değişiklik olunca ve antlaşmanın iki tarafın isteğiyle değiştirilmesi mümkün olmayınca, taraflardan yalnız biri, o antlaşmayı kaldırabilir. “ şeklinde belirtildi. Konferansın havası gittikçe sertleşti. Konferans yönetmenliğine göre ( madde 5 ) kurulan Mali ve İktisadi Meseleler komisyonuna Fransız delegesi Baver başkanlık etti. En önemli konu “ Düyuni Umumiye “ denilen Osmanlı borçlarıydı. Gerçekte bu borçlarla yeni Türkiye’nin ilgisi yoktu. İsmet Paşa, Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümetinin eski Osmanlı İmparatorluğunun borçlarının kendine düşecek payı ödemeyi kabul ettiğini belirterek “ işgal ettiği vilayetleri harabeye çeviren Yunanlıların verdikleri her türlü hasarın da tazmin edilmesini “ istedi. İşgal masrafları üstünde de söz alan İsmet Paşa, görüşünü, “ Adalet ve hakkaniyet, Türkiye’den askeri işgal masraflarının istenilmesi şöyle dursun, bu işgallerin ona verdiği hasarların tazmin edilmesini icap ettirir ” şeklinde açıkladı. Yunan başbakanı Venizelos’un konuşması üstünde tartışmalar uzadı. Osmanlı borçları üstünde de kesin bir sonuç alınamadı. Komisyonlar 28 Ocak’ta raporlarını hazırladılar. Fakat önemli konuların hiçbiri çözümlenemedi ve ana konularda görüş birliğine varılamadı. 31 Ocak’ta her üç komisyon kendi aralarında toplanarak, Türk murahhas heyetine, kendi görüşlerine göre bir antlaşma tasarısı verdiler. 4 Şubat’ta imzalanması istenen bu antlaşma tasarısını Türk heyetinin 4 gün içinde inceleyerek cevaplandırılması gerekiyordu. Müttefiklerin verdiği barış antlaşması tasarısı İsmet Paşa tarafından kabul edilmedi. Bu antlaşmanın kabul edilmesi, Türk İstiklal Savaşı’nın sonuçlarını ülke aleyhine kötüye kullanmak demekti, kabul etmemek ise savaşı yeniden başlatacaktı. Bu hava içinde toplantı ertelendi. Türk heyeti Türkiye’ye döndü ( 7 Şubat 1923 ). Lozan görüşmeleriyle ilgili konuşmalar, Millet Meclisi’nde çok sert tartışmalardan sonra 6 Mart 1923’te bitirildi. Bu sırada İsmet Paşa Hariciye vekilliğine getirildi. İtalyan delegesi Montangna’nın toplantıda bulduğu bir çözüm üstünde duran İsmet Paşa, yüz sayfalık tasarıya on beş sayfalık bir cevabi nota hazırladı, İngiltere, Fransa ve İtalya’ya gönderdi ( 8 Mart ). Bu notaya göre, birinci toplantı, Türkiye’ye barış şartları zorla kabul ettirilmek istendiği için sonuç vermemişti. Ayrıca yeni tasarıda, Lozan’da Türk heyeti tarafından kabul edilen bütün şartlar gösterildi. Adı geçen devletler bir notayla cevap verdiler ( 28 Mart ). İsmet Paşa bunu yine bir notayla cevaplandırdı ( 7 Nisan ). Notada Lozan Konferansının 23 Nisanda yeniden toplanması istendi. Bütün devletler bu yazıya olumlu yanıt verdiler. Bunun üzerine İsmet Paşa eski yardımcılarından bir kısmını yanına alarak 21 Nisanda Lozan’a gitti.
Lozan’da toplantı öncesi hava çok iyi değildi. İngiltere ve Fransa, başdelegesini değiştirdiler. Curzon’un yerine önceki tarihlerde Türkiye’de sefirlik yapan Horace George Montauge Rumbold, Fransız Bompard’ın yerine de, İzmir’de Gazi Mustafa Kemal Paşayla görüşen ve Mudanya’da bulunan general Maurice Pelle seçildi. İtalya ise Garroni’nin görevlerini Montangna’ya verdi. Ayrıca heyete şu devletlerin temsilcileri de katıldı: Japonya, Kertaro Otehiai; Yunanistan, M.E.K. Venizelos, M.D. Kaklamanos; Romanya, Constantin Diamandy, Constantin Kontzerseo; S.S.C.B., M. Nikolav İvanoviç Yardanskiy; Bulgaristan, M. Dimitr Stankov, M. Fernand Peltsen; Portekiz, M. Batholomeu Ferraria.
Konferans 23 Nisan pazartesi günü aynı yerde, Chateau d’Ouchy otelinde açıldı ve 24 Temmuz 1923’e kadar sürdü. Yapılan görüşmelerde Fransızlar, İsmet Paşadan bir şeyler koparabilmek için çalıştılar. Fakat Ankara, İstanbul hükümetinin yaptığı antlaşmaların hiçbirini tanımadığını 7 Haziran 1923’te kanunlaştırarak ilan etti. Anlaşmaya varılamayan bazı meselelerin çözümü ileride yapılacak görüşmelere bırakıldı. Musul meselesi bunlardan biriydi. Bütün komisyonların çalışmaları tamamlanınca, temmuz ortalarında konferans sona erdi. İsmet Paşa, konferans çalışmaları bu safhaya gelince Ankara’dan imza yetkisi istedi. Fakat Rauf Orbay’ın başında bulunduğu Türk hükümeti uzun süre Lozan’a imza yetkisini göndermedi. Bunun üzerine İsmet Paşa 18 Temmuz’da gönderdiği bir telgrafla Mustafa Kemal Paşaya durumu şöyle açıkladı : “Eğer hükümet kabul ettiğiniz şeyin katiyen reddini düşünüyorsa bunu bizim yapmaklığımızın imkanı yoktur. Düşüne düşüne benim bulduğum yol, İstanbul’daki yabancı yüksek kimselere tebligat yapmak, imza salahiyetini almaktır. Bu hal, gerçi bizim için dünya yüzünde görülmemiş bir skandal olur. Fakat vatanın yüksek menfaatleri şahsi düşüncelerin üstünde olduğundan, milli hükümet, kanaatini tatbik eder. Hükümetten teşekkür beklemiyoruz. İşlerimizin muhasebesi, millete ve tarihe bırakılmıştır “ .
Hükümet, Lozan Antlaşmasının imza edilmesi emrini vererek, antlaşmanın sorumluluğunu kabul etmekten kaçınıyordu. Bununla birlikte Mustafa Kemal Paşaya, İsmet Paşaya ve Lozan’da varılan sonuca karşı kesin cephe alamadılar. Bundan dolayı Mustafa Kemal Paşa, hükümetin vermesi gereken yetkiyi kendi verdi. Mustafa Kemal Paşa’nın İsmet Paşa’ya çektiği telgrafta şöyle deniliyordu: “ Lozan’da İsmet Paşa Hazretlerine; 18 Temmuz 1923 tarihli telgrafnamenizi aldım. Hiç kimsede tereddüt yoktur. Kazandığınız başarıyı en sıcak ve samimi duygularımızla tebrik ederek, usulen imza edildiğinin bildirilmesini bekliyoruz kardeşim. Türkiye Büyük Millet Meclisi reisi Başkumandan Mustafa Kemal “.
Telgrafı alan İsmet Paşa, Mustafa Kemal Paşaya şu karşılığı verdi : “ Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine : Her dar zamanımızda hızır gibi yetişirsin. Dört beş gündür çektiğim azabı tasavvur et. Büyük işler yapmış, yaptırmış bir adamsın, sana bağlılığım bir kat daha artmıştır. Gözlerinden öperim, pek sevgili aziz kardeşim “ ( 20 Temmuz 1923 ) .
Lozan Üniversitesi salonunda bütün devletlerin temsilcileri, yorucu bir çalışma sonucu ortaya çıkan antlaşmayı bir törenle imzaladılar ( 24 Temmuz 1923 ). Bu antlaşmayla Türkiye, çağdaş devletler arasındaki hukuki yerini aldığı gibi yeni Türk devleti de Avrupalılar tarafından tanındı.Antlaşma, Ağustos 1923’te T.B.M.M.’de görüşüldü. İskenderun sancağının ve Trakya’da bir kısım toprakların sınır dışında bırakılması eleştirildi. 227 üyeden 213’ünün oyuyla, antlaşma 23 Ağustos’ta onaylandı.
Lozan’da görüşülen ve çözümlenen ana konular şunlardır :

I. Sınırlar :

A. Türk – Bulgar Sınırı :
İstanbul, Neuilly ve Sevr antlaşmalarıyla belirlenen sınır, Lozan’da da olduğu gibi kabul edildi. Türkiye – Bulgaristan sınırı, Karadeniz kıyısındaki Regve deresi ağzından başlar. Sınır aynı derenin telvey hattını izleyerek 40 km kadar akış yukarı ilerler, İncesırt köyünün kuzeyinde akarsu yatağını terk eder. Kuzeybatıya doğru yönelir. 713 m yüksekliğindeki Kartaltepe’nin doruk noktasından geçer. Aynı yönde Istıranca dağlarının kuzey eteklerinde 500 m eş yükselti eğrisi üstünden ilerleyerek Ahlatlı köyünü Türkiye’ye bırakır. Buradan itibaren gene sınır bölümü çizgisini esas alarak batıya doğru ilerler. Bucakkule tepesi ve Büyükyayla tepeleri üstünden geçer. Hamzabeyli ve Uzunbayır köylerini Türkiye’de bırakarak Tunca nehrine ulaşır. Daha sonra 10 km uzunlukta Tunca nehrinin telveyini takip ederek güneye doğru ilerler.Çömlek köyün batısında Tunca’yı terk eder. Önce 20 km kadar batıya döner, Üsküdar Köyünü Bulgaristan’da bırakır. Doğanca köyünü de Türkiye’de bırakarak Meriç nehrine ulaşır. Burada Türkiye – Yunanistan sınırına varılır.


B. Türk – Yunan Sınırı :
Bulgar sınırından Arda ve Meriç nehirlerinin birleştiği noktaya kadar Meriç mecrası, Arda mansabına doğru bu ırmak üzerinde ve Çörek köyünün yakınında olmak üzere arazi üzerinde tayin edilecek bir noktaya kadar Arda mecrası, oradan güneydoğu doğrultusunda Bosna köyünün 1 km mansap yönünde Meriç üzerinde bulunan bir noktaya kadar Bosna köyünü Türkiye’de bırakan bir hattır.
Deniz sınırları ise İmroz, Bozcaada ve Tavşan adaları Türkiye’de kalacak ve diğer adalar askersiz bölge durumuna getirilecektir. Karasuları üç mil olacaktır.
C. Türkiye – Suriye Sınır :
Bu sınır Ankara itilafnamesindeki gibi ayrıldı. Buna göre sınır, İskenderun Körfezi üzerinde, Payas mevkiinin hemen güneyinde tespit edilecek bir noktadan başlayacak ve Meydan-ı Ekbez’e doğru gidecekti. Oradan Marsuus mevkiini Suriye’de ve Karnaba mevkii ile Kilis şehrini Türkiye’de bırakarak güneydoğuya doğru inecek.Sonra Bağdat demiryolunu izleyecek ve demiryolunun platformu Nusaybin’e kadar Türk toprakları üzerinde kalacaktı. Nusaybin ile Cezire-i İbni Ömer ( bugün Cizre ) arasındaki eski yoldan Dicle’ye ulaşacaktı. Nusaybin ve Cezire-i İbni Ömer mevkileriyle yol Türkiye’ye kalacaktır. Bu yoldan yararlanma konusunda iki ülke aynı haklara sahiptir.Çobanbey ile Nusaybin arasındaki demiryolu Türkiye’ye bırakılacak ve ayrıca Osman Gazinin büyükbabası Süleyman Şah’ın Caber kalesinde bulunduğu kabul edilen mezarı Türkiye’nin malı olacak, Türkiye orada muhafızlar ve Türk bayrağı bulundurabilecektir.
D. Türkiye – Irak Sınırı :
Bu sınır tespiti daha sonra Türkiye ve İngiltere arasında yapılacak ve antlaşmayla kararlaştırılacaktır.

II. Türkiye ve Yunanistan Arasındaki Diğer Meseleler :
A - İstanbul’daki Rumlar ile Batı Trakya’daki Türkler dışında, Türkiye’deki Rumlarla, Yunanistan’daki Türkler değiştirilecektir.
B - Yunanistan savaş tazminatı olarak Karaağaç’ı Türkiye’ye verecektir.

III. Boğazlar Meselesi :
Lozan Boğazlar sözleşmesinde kabul edilen çözüme göre: Ticaret gemileri, gerek barış, gerek Türkiye’nin taraf olmadığı savaşlarda Boğazlar’dan serbestçe geçebilecek; Karadeniz’e çıkabilecek savaş gemileri ise sayı ve tonaj bakımından sınırlandırılacak; savaş zamanında Türkiye’nin taraf olması halindeyse Boğazlar’dan ancak tarafsız devletlerin savaş gemileri geçebilecek; Boğazlar bölgesi askersizleştirilecek ve Boğazlar’dan geçişi denetlemek üzere akit devletlerin temsilcilerinden kurulu bir Boğazlar komisyonu kurulacaktır.
Lozan’da kabul edilen Boğazlar rejimi 1936’da Montreux Sözleşmesi’yle Türkiye lehine yeniden düzenlendi.

IV. Kapitülasyonlar :
Her türlü kapitülasyon kaldırılacaktır.

V. Kabotaj :
Türk kıyıları arasında yapılan her türlü deniz ulaştırması yalnız Türk gemileri tarafından yapılacaktır.

VI. Osmanlı Borçları Meselesi :
Lozan Antlaşması’yla, kalan Osmanlı borçları, Osmanlı Devleti’nden ayrılan ülkeler arasında orantılı olarak paylaşıldı. Türkiye, kendine düşün miktarın son taksitini 1954’te ödedi.

VII. İstanbul ve Boğazların Boşaltılması :
Barış antlaşmasının Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından onaylanmasından sonra geçecek olan altı hafta içinde İstanbul ve Boğazlar’daki İtilaf devletleri kuvvetleri Türk topraklarını terk edecektir.




KAYNAKÇALAR

Brittanica Compton’s ...................................... cilt 13 , sayfa : 170 - 171
Büyük Larousse ............................................... cilt 15 , sayfa : 7560 - 7561
Meydan Larousse ............................................ cilt 8 , sayfa : 101 - 103
Gelişim Hachette Genel Kültür Ansiklopedisi cilt 7 , sayfa : 2633 - 2635
Yeni Hayat Ansiklopedisi ................................ cilt 4 , sayfa : 2204 - 2206

Etiketler: , , , , ,

Tarih Bilimi ve İlk Çağda Anadolu Uygarlıkları

A. TARİH BİLİMİ VE ÇAĞLAR

Tarih; insanların ve insan topluluklarının geçmişteki yaşayışlarını, meydana getirdiği önemli olayları yer, zaman ve belge göstererek inceleyen, olayların nedenlerini ve sonuçlarını araştıran sosyal bir bilimdir.

Tarihin konusu; insan ve insanların meydana getirdiği olaylardır. Olayların tekrarı mümkün değildir. Bu nedenle tarihte deney ve gözlem metodu yoktur. Tarih öğrenmek insanların kültürünü artırır. Geçmişten ders alarak geleceğe ışık tutmamızı, atalarımızı daha iyi tanımamızı sağlar. Geçmişle bağlarımızı güçlendirip millet bilincini artırır.

Takvim; olayları oluş sırasına göre sıralayan çizelgelerdir. Miladi takvim ve Hicri takvim gibi.

Tarih öğrenmeyi kolaylaştırma düşüncesi çağ ve yüzyıl kavramlarını ortaya çıkarmıştır. Yazının icadından önceki çağlara tarih öncesi çağlar denmiş ve kullanılan araç - gereçlere göre ikiye ayrılmıştır.



a. Taş Devirleri

Yontma Taş Devri: İnsanlar, taştan kabaca aletler yaparak kullanmışlardır. Genelde mağaralarda yaşamışlar, avcılık ve toplayıcılıkla geçinmişlerdir. Ateş bu dönemde bulunmuştur. En uzun çağdır.

Cilalı Taş Devri: Taştan kesici ve kullanışlı aletler yapılmıştır. İnsanlar, tarım ürünlerini yetiştirmeye ve hayvanları evcilleştirmeye başlamışlardır. Bu durum köylerin kurulmasını, toplumsal kuralların oluşmasını sağlamıştır. Pişirilmiş topraktan kap - kacak yapılmıştır.



b. Maden Devri

İnsanlar ilk olarak bakır madenini bulup kullanmışlardır. Daha sonra tunç ve demirden eşyalar yapıp kullanmışlardır. Madenler insan yaşamını kolaylaştırmış, tarım ve ticareti geliştirmiş, büyük devletlerin ve imparatorlukların kurulmasını sağlamıştır. Yazının icadı ile başlayan çağlara tarih çağları denmiştir.




B. İLK ÇAĞ'DA ANADOLU UYGARLIKLARI

1. Hititler


MÖ. 2000 yıllarında Orta Anadolu'da kurulmuşlar, Anadolu'nun büyük kısmına hakim olmuşlardır. Mısırlılarla Suriye yüzünden 16 yıl savaşmışlar ilk yazılı antlaşma olan Kadeş Antlaşması'nı imzalamışlardır (MÖ. 1280). Hititlerde kral başkomutan, başrahip ve başyargıç yetkilerine sahipti. Tavananna denilen kraliçenin de geniş yetkileri vardı. Başlangıçta asillerden Pankuş meclisi oluşturulmuştur. Din konusunda hoşgörülüdürler. İnançları çok tanrılıdır.

Hititler, Asurlu tüccarlardan çivi yazısını almışlar, böylece Anadolu'da tarih çağlarını başlatmışlardır. Anal adı verilen yıllıklar tutmuşlar, ilk kez aile hukukunu düzenleyen kanunlar yapmışlardır. Tarım ve hayvancılık önemli geçim kaynağıdır. Kaya kabartma sanatını geliştirmişlerdir.



2. Frigler

M.Ö. 1200 yıllarında, Başkent Gordion (Polatlı) olmak üzere Batı Anadolu'da kurulmuştur. Halk genelde tarım ve hayvancılıkla uğraşmıştır. Frigler tarımı koruyan kanunlar yapmışlardır. Fenike alfabesini kullanmışlar, genelde eski Yunan tanrılarına tapmışlardır. En büyük tanrı toprak tanrıçası Kibele’dir.



3. Lidyalılar

MÖ. 7. yüzyılda Batı Anadolu'da kurulmuştur. Başkent Sard'dan başlayıp Mezopotamya'ya kadar uzanan Kral Yolu'nu yapmışlar, tarihte ilk kez parayı kullanmışlardır. Bu durum ticaretin gelişmesini sağlamıştır. Lidyalılar, Fenike alfabesini kullanmışlar, Yunan tanrılarını kutsal saymışlardır.



4. İyonyalılar

MÖ 11. yüzyılda Foça ile Büyük Menderes nehri arasında kurulmuş şehir devletleridir. Denizcilik ve deniz ticaretiyle uğraşmaları, zengin olmaları, özgür düşünce ortamı oluşturmaları bilim, sanat, mimari ve edebiyatın gelişmesini sağlamıştır. Fenike alfabesini kullanmışlar, Yunan tanrılarına tapmışlardır. İlkel bir demokrasi idaresi kurmuşlardır.



5. Urartular

MÖ 1000 yıllarında Tuşpa (Van) başkent olmak üzere Doğu Anadolu'da kurulmuştur. Kale, sur, kanal gibi mimari eserler yapmışlar, hayvancılıkla uğraşmışlardır. Öldükten sonra yaşama inandıklarından mezarlarını ev ve oda şeklinde yapmışlar, ölülerin yanına yiyecek koymuşlardır.

İlk Çağ’da Anadolu'ya Makedonyalı İskender, Persler ve Romalılar da hakim olmuşlar, çeşitli eserler bırakmışlardır. Batı Anadolu'da kurulmuş Bergama Krallığı da bilim ve sanat alanında ilerlemiş, sağlık evi kurmuş, parşömen kâğıdını bulmuş ve mimari eserler yapmıştır. Anadolu uygarlıkları, ticaret, göç ya da istilalar yoluyla çevre uygarlıklardan etkilenmiştir. Yazı, hukuk, bilim, sanat ve edebiyat gibi alanlarda genelde Mezopotamya ve Yunanistan'dan; tıp ve eczacılık alanında Mısırlılardan etkilenmişlerdir.

Etiketler: , , , , , ,

Osmanlı Kültür ve Medeniyeti

A. DEVLET VE MEMLEKET YÖNETİMİ

1. Merkez Yönetimi


Osmanlı Devleti kuruluşundan itibaren merkeziyetçi ve mutlak bir idare ile yönetilmekteydi. 1876'da ise Kanuni Esasi (anayasa) hazırlanıp meşrutiyet yönetimine geçilmiştir. Halk kısmen yönetime katılma hakkını elde etmiştir.

Osmanlı Devleti'nde egemenlik hakkı emirleri kanun sayılan hükümdara aitti. Hükümdarlar ülkeyi keyfi bir şekilde değil; kanunlara, töreye ve İslami kurallara göre yönetirler, önemli devlet adamlarına da danışırlardı. Ancak son söz yine padişaha aitti.

Hükümdarlar bey, gazi, hünkar, sultan, han, padişah gibi unvanlar kullanırlardı. Para bastırmak, hutbe okutmak hükümdarlık alametleriydi. Hükümdarlar başkentte otururlardı. Ülkeyi yönetmek, orduya komuta etmek, savaş ve barışa karar vermek, önemli devlet adamlarını atamak, gerektiğinde Divanıhümayun toplantılarına başkanlık etmek hükümdarın görevleri arasındaydı.

Hükümdarlık hakkı hanedana mensup bütün şehzadelere tanınmıştı. Ancak genelde babadan oğula geçerdi. Bu nedenle şehzadelerin yetişmesine önem verilirdi. Şehzade ya da çelebi denilen padişah çocukları lala denilen deneyimli hocalar gözetiminde küçük yaşta sancaklara vali olarak atanırlardı.

Böylece hükümdar adaylarının yönetimde tecrübe kazanması, halkı ve devlet kurumlarını tanıması sağlanırdı. I. Ahmet döneminde bu durum kaldırıldı. Yine I. Ahmet döneminde akıllı olmak şartıyla en yaşlı şehzadenin hükümdar olması kural haline geldi. Bununla taht kavgalarının ve şehzadelerin öldürülmesinin engellenmesi amaçlandı. Ancak bu durum şehzadelerin yönetim deneyimi kazanma imkanını ortadan kaldırdı.

Divanıhümayun: Osmanlı Devleti'nde yönetim, askerlik, maliye adalet gibi önemli konular Divanıhümayun adı verilen bir kurulda görüşülürdü. Orhan Bey zamanında oluşturulan Divanıhümayun toplantılarına başlangıçta padişahlar başkanlık ederlerdi. Fatih zamanında Divan toplantılarının başkanlığı veziriazamlara bırakıldı. Divanıhümayun yaptığı işler bakımından bugünkü Bakanlar Kurulu'na benzerdi. Yalnız aldığı kararlar padişah tarafından onaylanırsa yürürlüğe girdiğinden bir danışma meclisi özelliği gösterirdi. Ayrıca Divanıhümayun önemli davalara da baktığından yüksek yargı organı gibi de çalışırdı. Divanıhümayun toplantılarına veziriazam, vezirler, kazasker, defterdar ve nişancı katılırdı. Gerekli durumlarda kaptanıderya ve şeyhülislam da toplantılara katılırdı.

Veziriazam (Sadrazam): Padişahın vekili sayılırdı. Önemli devlet adamlarını atamak ya da görevden almak, padişah katılmadığı zamanlarda orduya komuta etmek, Divanıhümayun toplantılarını yönetmek başlıca görevleriydi.

Vezirler: Bilgili ve yetenekli devlet adamları arasından seçilirler, veziriazamın verdiği görevleri yaparlardı. Bugünkü devlet bakanlarına benzerdi.

Kazaskerler: Divanda büyük davalara ve askeri davalara bakarlar, kadı ve müderrislerin (medrese hocaları) atama ve görevden alma işlerini yaparlardı. Bugünkü Milli Eğitim ve Adalet Bakanlığı’nın görevlerini yaparlardı.

Defterdarlar: Devletin bütün gelir ve giderlerinden sorumluydular. Bugünkü Maliye Bakanı’nın görevlerini yapardı.

Nişancı: Kanunları iyi bilir, gerektiği zamanlarda Divanda açıklamalarda bulunurdu. Padişah fermanlarına ve mektuplara padişahın tuğrasını (imzasını) çekerdi. Ayrıca fethedilen toprakları tapu defterlerine kaydeder, dirliklerin dağıtımını yapardı.

Şeyhülislam: Divanıhümayun’da alınan kararların İslamiyet'e uygun olup olmadığına dair fetva verirdi.

Kaptanıderya: Donanma komutanıydı. İstanbul'da olduğu zamanlarda Divan toplantılarına katılır, donanma ve tersaneler hakkında bilgi verirdi.

19. yüzyılda II. Mahmut tarafından Divanıhümayun kaldırıldı. Yerine bugünkü anlamda bakanlıklar diyebileceğimiz nazırlıklar kuruldu. Bunlara danışmanlık yapmak üzere adli, idari ve askeri danışma meclisleri oluşturuldu. I. Meşrutiyetin ilanıyla da Âyan ve Mebuslar Meclisi oluşturuldu.



2. Ülke (Taşra) Yönetimi

Osmanlı Devleti'nde başkentin dışındaki yerlere taşra denirdi. Ülke beylerbeyilerin yönettiği eyaletlere ayrılmıştı. Ülke sınırları genişledikçe eyalet sayısı da artmıştır. Eyaletler idare bakımından üçe ayrılmıştı. Bunlar;

Merkeze Bağlı Eyaletler: Anadolu ve Rumeli eyaletleri idi. Bu eyaletlerin başında beylerbeyi bulunurdu. Eyaletler sancakbeyi tarafından yönetilen sancaklara, sancaklar da kazalara ayrılmıştı. Kazalarda belediye ve adalet işlerine kadı, askerlik işlerine subaşılar bakardı. Kazalar da nahiye ve köylere ayrılmıştı.

Özel Yönetimli Eyaletler: (Trablusgarp, Mısır, Tunus vb.)

İmtiyazlı Eyaletler: (Kırım, Eflak, Boğdan, Erdel gibi)

19. yüzyılda eyalet yönetiminde değişiklikler oldu. II. Mahmut zamanında bugünkü il sistemine benzer bir yönetim kuruldu.



3. Toprak Yönetimi

Devlete Ait Topraklar (Miri Arazi); Osmanlılarda fethedilen topraklar devletin malı sayılırdı. Bu topraklar tapu defterlerine kaydedilir, yıllık gelirine göre sınıflandırılırdı. Toprağı kullanma hakkı üzerinde yaşayan halka verilmişti. Halk bu toprağı istediği gibi ekip biçerdi. Toprağını iyi ekip biçmeyen ya da üst üste üç yıl boş bırakanlardan topraklar geri alınır, başkasına verilirdi. Böylece tarımda üretimin sürekliliği sağlanırdı.

Devlete ait toprakların önemli bir kısmını dirlik toprakları oluştururdu. Bu topraklarda yaşayanlar devletin kiracısı olarak kabul edilirlerdi. Bu nedenlede topraktan elde ettikleri gelirin bir kısmını devletin gösterdiği kişilere vergi olarak verirlerdi. Bu kişiler asker ya da memur olabilirdi. Bunlar devletten maaş almazlar, elde ettikleri bu gelirle geçinirlerdi.

Dirlikler yıllık gelirine göre has, zeamet ve tımar olarak üçe ayrılırdı. Has; veziriazam, vezirler, beylerbeyi gibi büyük devlet adamlarına verilirdi. Zeamet; kadı, subaşı gibi orta dereceli memur ve askerlere verilirdi. Tımar ise; savaşta yararlık gösteren askerlere ve bazı küçük devlet memurlarına verilirdi.

Dirlik sahipleri topladıkları vergilerle hem kendi geçimlerini sağlarlar, hem de gelirlerine göre atlı asker beslerlerdi. Bunlara tımarlı askerler denirdi. Bu askerler barış zamanında asayiş ve güvenliği sağlar, üretimin sürekliliğini denetler, bir savaş zamanında da subaşı ve sancakbeylerinin komutasında sefere çıkarlardı.

Devlete ait topraklardan sınır boylarındaki akıncılara verilenlere yurtluk, kale muhafızları ve tersane giderlerine ayrılanlara ocaklık denirdi. Geliri doğrudan hazineye aktarılan topraklara mukataa denirdi.

Vakıf Toprakları: Bu toprakların gelirleri cami, medrese, kervansaray, aşevi, hastane gibi sosyal kurumların giderlerine harcanırdı. Bu topraklar satılamaz, miras bırakılamazdı. Devlet bu topraklardan vergi almazdı.

Mülk Topraklar: Genelde padişah tarafından kişilere mülk olarak verilen topraklardı. Bu toprak sahipleri topraklarını istedikleri gibi kullanırlar, miras bırakabilirler, isterlerse satabilirlerdi.

18. yüzyılda tımar sistemi bozuldu. Bu durum ordu ve maliyeyi olumsuz yönde etkiledi. 1858'de çıkarılan arazi kanunnamesi ile uzun süre bir toprağı kullananlar toprağın sahibi sayıldı.



4. Maliye

Osmanlı Devleti'nde maliyenin başında defterdar bulunuyordu. Osmanlı hazinesinin başlıca gelir kaynakları; Müslüman halktan alınan öşür vergisi ile Müslüman olmayan halktan alınan haraç ve cizye vergileri, Gümrük, maden, orman ve tuzla gelirleri, Savaşlarda elde edilen ganimetlerin beşte biri, Bağlı beyliklerden ve yabancı devletlerden alınan vergi ve hediyelerdir.

18. yüzyıldan itibaren savaş ganimetleri ile bağlı beyliklerin ödediği vergiler ortadan kalkmıştır. Ayrıca kapitülasyonlar nedeniyle gümrük gelirleri de azalmıştır.

Osmanlılarda ilk parayı Osman Bey bastırmıştır. Fatih'e gelinceye kadar Osmanlı paraları gümüş akçe iken Fatih zamanında ilk kez altın para bastırılmıştır.

18. yüzyılda maliye bozulmuştur. Kaybedilen savaşlar, ödenen ağır savaş tazminatları, kapitülasyonlar ve Sanayi İnkılâbı bunda etkili olmuştur.

Osmanlı Devleti ilk kez Kırım Savaşı sırasında Avrupalı devletlerden borç almıştır (1854). Ancak bir süre sonra alınan borçların faizleri bile ödenemez olmuş, Osmanlı maliyesi iflâs etmiştir. Avrupa devletleri, alacaklarını tahsil edebilmek için “Düyun-u Umumiye” adı verilen Genel Borçlar İdaresi'ni kurmuşlar (1881) Devletin önemli vergi gelirlerine el koymuşlardır.



5. Ordu ve Donanma

Orhan Bey zamanında özellikle kuşatmalarının sürdürülebilmesi için Yaya ve Müsellem (atlı) adıyla ilk düzenli ordu kurulmuştur. l. Murat devrinde “kapıkulu ordusu” kuruldu.

Osmanlı kara ordusu Yükselme Dönemi'nde dünyanın en güçlü ordusu durumundaydı. Bu dönemde kara ordusu; kapıkulu askerleri, eyalet askerleri ve yardımcı kuvvetler olmak üzere üç ana bölüme ayrılmıştır.



Kapıkulu Askerleri

Bunlar doğrudan padişaha bağlı ve üç ayda bir maaş (ulufe) alan askerler olup ayrı bir kanunla özel olarak yetiştirilirlerdi. Barış zamanında İstanbul ve çevresinde oturur, buraların güvenliğini sağlarlardı. Savaş zamanında da ordunun merkezinde yer alırlardı. Kapıkulu askerleri Piyade (yaya) ve Süvari (atlı) olmak üzere ikiye ayrılırlardı.



Kapıkulu Piyadeleri: Acemi Oğlanlar, Yeniçeriler, Topçular, Humbaracılar Cebeciler ve Lağımcılardan oluşurdu.

Kapıkulu Süvarileri: Bunların tamamı atlı olup savaş sırasında padişahı, hazineyi ve ordunun ağırlıklarını korurlardı altı bölükten oluşurdu.

Eyalet Askerleri: Bunların başında Tımarlı askerler gelirdi. Bunlar merkeze bağlı eyaletlerde dirlik sahiplerinin besledikleri atlı askerlerdir. Bu sınıf tamamen Türklerden oluşup, kuruluş ve yükseliş devirlerinde Osmanlı ordusunun asıl askerî gücünü oluşturmuştur. Tımarlı sipahiler, barış zamanında bulundukları yerlerin güvenliklerini sağlar, savaş zamanında ise savaşa katılırlardı.

Akıncılar: Sınır boylarında otururlardı. sınırları korumak, düşman topraklarına akınlar düzenlemek, orduya rehberlik etmek ve düşman hakkında istihbarat bilgileri toplamak başlıca görevleriydi.



Yardımcı Kuvvetler

Kırım, Eflak, Erdel, Boğdan gibi Bağlı beylik ve eyalet askerlerinden oluşurdu.



Donanma

Osmanlı Devleti'nde ilk denizcilik faaliyetleri Orhan Bey devrinde Karesi Beyliği'nin alınmasıyla başlamıştır. İlk Osmanlı tersanesi Yıldırım Bayezid devrinde Gelibolu'da kurulmuştur. Osmanlı denizciliği Fatih zamanında büyük gelişmeler göstermiş, Kanuni zamanında ise altın çağını yaşamıştır. Bu dönemde Osmanlı donanması tüm Avrupa donanmasıyla baş edebilecek güçte idi. Barbaros Hayreddin, Piri Reis, Burak Reis, Turgut Reis, Seydi Ali Reis, Kemal Reis Yükselme Dönemi'nin ünlü denizcileridir.



B. HUKUK SİSTEMİ - SOSYAL ve EKONOMİK HAYAT

Hukuk

Osmanlı Devleti kuruluşundan itibaren adalete büyük önem vermiştir. Din dil ırk ayırımı yapılmamış, herkes kanun önünde eşit sayılmıştır. 19. yüzyıla kadar kaynağı İslamiyet olan Şeri hukuk ile kaynağı Türk töresi olan Örfî hukuk kuralları uygulanmıştır. Osmanlılarda eyaletlerdeki davalara kadılar bakardı. Yüksek devlet görevlileri ile askeri davalara ise kazaskerler bakardı. Yargı tam anlamıyla bağımsızdı. Kadıların verdiği kararlardan memnun kalmayanların davalarına kazaskerler tarafından divanda bakılırdı. Müslüman olmayanların davaları (ceza davaları hariç) kendi din kurallarına göre kendi kilise veya havralarında çözümlenirdi.

Fatih zamanında hukuk kuralları “Kanunname-i Âli Osman” adıyla yazılı hale getirilmiştir. Bu kanunlara Kanuni zamanında eklemeler yapılmıştır. 19. yy'da Avrupa hukuk kurallarına benzer yeni hukuk kuralları yapılmıştır. 1876'da ilk Türk anayasası olan Kanun-i Esasi hazırlanmıştır. Bütün bunların dışında azınlıklar için de ayrı hukuk kuralları yapılmıştır. Bu durum hukuk kargaşasına yol açmıştır.



Sosyal Hayat

Osmanlı Devleti'nde halk siyasî bakımdan; yönetenler (askerîler) ve yönetilenler (reaya) olarak ikiye ayrılabilir. Dinî bakımdan; Müslümanlar ve Gayrimüslimler olarak (Hristiyan ve Musevî) ikiye ayrılırlar. Ekonomik faaliyetler bakımından ise; çiftçiler, esnaflar, tüccarlar ve göçebeler olarak dörde ayrılabilir. Osmanlı Devleti'nde sosyal açıdan tam bir özgürlük vardı. Müslüman olmayan halk kendi geleneklerine göre yaşardı. Ancak herkes devletin koyduğu kurallara uymak zorundaydı.



Ekonomik Hayat

Osmanlılarda ekonominin temelini tarım, hayvancılık ve ticaret oluştururdu. Devlet bu alanlardaki gelişmeleri desteklerdi. Özellikle tarımın gelişmesine önem verilirdi. Tımar sistemi tarımın gelişmesine önemli bir katkı sağlamıştır. Osmanlılar ticarete de büyük önem vermiştir. Ticaretin gelişmesi için yollar üzerinde hanlar, kervansaraylar yapılarak hem tüccarların rahat etmesi amaçlanmış, hem de yolların güvenliği sağlanmıştır. Osmanlı Devleti'nde el işçiliği (zenaat) gelişmiştir. Denizli'nin dokumaları, Bilecik'in kadifeleri, Diyarbakır'ın ipekli kumaşları ünlü idi. Silah ve cephane Edirne'de imal edilirdi.

18. yy'da Sanayi İnkılabı'ndan sonra Avrupalı tüccarlar ürettikleri malları kapitülasyonların sağladığı imkanlardan yararlanarak Osmanlı pazarlarına satmaya başladılar. Bu durum Osmanlı sanayisini ve ekonomisini çökertmiştir.



C. EĞİTİM, ÖĞRETİM, BİLİM ve SANAT

1. Eğitim ve Öğretim


Medreseler: Osmanlı Devleti'nde en önemli eğitim kurumlarıydı. İlk, orta ve yüksek öğreniminin verildiği kurumlardır. Buralarda ders veren hocalara “Müderris” denirdi. En önemli medreseler Fatih ve Süleymaniye Medreseleridir. İlk Osmanlı medresesi Orhan Bey zamanında İznik'te açılmıştır. Medreselerde hem Kur'an, hadis, fıkıh gibi dini ilimler, hem de matematik, astronomi, tıp, felsefe gibi pozitif bilimler okutulurdu



Enderun Mektebi: Devlet memuru yetiştiren bir tür saray okulu idi.

Bunların dışında 18. yüzyıldan itibaren eğitim ve öğretimde önemli değişiklikler yapılmış, pek çok askeri, sivil ve teknik okul açılmıştır. 19. yüzyılda eğitim - öğretime verilen önem artmış, rüştiyeler (ortaokul), idadiler (lise) ve Darülfünun (üniversite) açılmıştır. Ayrıca azınlıklara ve yabancılara da okul açma izni verilmiştir. Ancak devlet eğitim kurumları üzerinde denetim kuramamış, bu durum eğitim karmaşasına yol açmıştır.



2. Bilim, Sanat, Mimari

Bilim: Osmanlı padişahları, bilim adamları ve sanatçıları koruyup desteklemişlerdir. Kuruluş Devri'nde Suriye ve Mısır medreselerine öğrenci gönderilirken Yükseliş Dönemi'nde Türkistan, Mısır, Suriye ve İran'dan bilim adamı ve öğrenciler gelmiştir. Bunlar arasında en ünlüsü Fatih zamanında Türkistan'dan gelen, astronomi ve matematik bilgini Ali Kuşçu’dur. Piri Reis Denizcilik ve harita alnında eserler vermiştir. Evliya Çelebi ve Kâtip Çelebi seyahatname yazmışlardır. 17. yüzyıldan itibaren Osmanlılardaki bilimsel çalışmalar gerilemiştir.



Sanat ve Mimari: Osmanlılarda en çok gelişen sanat dalı mimari idi. Mimaride cami ve türbe gibi dini yapıların yanında, medrese, aşevi, hastahane, köprü, kervansaray, saray gibi eğitim, sağlık, askeri, ticari ve sosyal amaçlı yapılar da yapılmıştır.

18. ve 19. yüzyıllarda mimaride Avrupa'nın etkisi görülmüştür. Dolmabahçe Sarayı ile Yıldız Sarayı en önemlileridir. Osmanlılarda minyatür, çinicilik, hattatlık, oymacılık, nakkaşlık, ciltçilik de önemli sanat dalları arasında yerini almıştır. Resim ve heykelin İslamiyet'te yasak olması, bu alandaki gelişmeleri engellemiştir.



3. Yazı, Dil ve Edebiyat

Osmanlılar Arap alfabesini kullanmışlardır. Resmi dil Türkçedir. Türkçeye, Arapça ve Farsça birçok kelimenin katılmasıyla Osmanlıca ortaya çıkmıştır. Osmanlılar edebiyata da önem vermiştir. Karacoğlan, Köroğlu, Dadaloğlu gibi halk ozanları yetişmiştir. Saray ve çevresinde yaygın olan Divan edebiyatının en önemli temsilcileri Nedim ve Fuzuli'dir. 19. yüzyılda Avrupa edebiyatı Osmanlı toplumunu da etkilemiştir. Bu dönemde Namık Kemal, Şinasi, Ziya Paşa gibi edebiyatçılar yetişmiştir.

Etiketler: , , , , , , ,

Milli Mücadele Döneminde Savaşlar ve Antlaşmalar

A. DÜZENLİ ORDUNUN KURULMASI

TBMM açıldığı sırada ülkedeki tek düzenli askeri birlik doğudaki Kazım Karabekir komutasındaki 15. Kolordu idi. Bunun dışındaki askeri birlikler Mondros Ateşkes Antlaşması gereği terhis edilmişti. Batıda Yunanlılara, güneyde ise Fransızlara karşı
Kuva-yı Milliye birlikleri savaşıyordu.

Kuva-yi Milliye halkın içinden çıkmış, vatan ve yurt sevgisi ile düşmana karşı mücadele eden silahlı güçlerdi. Terhis edilen birçok subay ve asker Kuva-yı Milliye birliklerine katılmıştı. TBMM 1920 sonlarında Kuva-yi Milliye birliklerini kaldırıp düzenli ordu kurmaya karar verdi. Bunun başlıca nedenleri;

Kuva-yi Milliye birlikleri düşmana karşı başarıyla savaşıyordu. Ancak düşmanı tamamen durdurup yurttan atamıyordu.

Kuva-yi Milliye birlikleri kendi başına düzensiz bir şekilde hareket ediyordu. Çoğu zaman görevlendirilen değerli komutanları dinlemiyorlardı.

Kuva-yi Milliye birliklerinin yeterli askeri birikimi, bilgisi ve ağır silahları yoktu.

Kuva-yi Milliye birlikleri ihtiyaçlarını halktan karşılıyordu. Bu konuda bazan zor kullanıyor, bu da tepkilere neden oluyor, suçluları cezalandırma yöntemleri de ciddi sorunlara yol açıyordu.

Bütün bunlar devlet olma yolundaki TBMM'yi olumsuz etkiliyordu. Ülkede devlet otoritesini kurmak ve düşmanı yurttan atmak için düzenli ordunun kurulması gerekliydi. TBMM bu iş için İsmet ve Refet Beyleri görevlendirdi. Kısa sürede Batı Cephesi’nde düzenli ordu kuruldu. Düzenli orduya katılmak istemeyen Çerkez Ethem gibi bazı Kuva-yi Milliye şefleri ise isyan ettiler.



B. DOĞU CEPHESİ

Ermenilerle Savaş ve Gümrü Antlaşması: İtilaf Devletleri Mondros Ateşkes Antlaşmasına Doğu Anadolu'nun Ermenilere verilmesini sağlayacak maddeler koydurmuşlardı. Sevr Antlaşması’nda da Doğu Anadolu'nun Ermenilere verilmesini kararlaştırmışlardı. Ermeniler Sevr Antlaşması’ndan sonra kendilerine vaat edilen toprakları almak üzere harekete geçtiler. Ermeni işgallerinin başlaması ve bölgedeki Türkleri katletmeye başlamaları üzerine TBMM'nin de onaylaması ile harekete geçen Kazım Karabekir Ermenileri yendi. Sarıkamış, Kars ve Iğdır kurtarıldı. Ermenilerin barış istemesi ile Gümrü Antlaşması yapıldı.


Buna göre;

Kars ve çevresi Türkiye'de kaldı. Ermeniler işgal ettikleri yerlerden çekildiler.

Ermeniler TBMM'yi tanıdılar ve Doğu Anadolu'ya yönelik toprak talebinden vazgeçtiler.

Gümrü Antlaşması ile; TBMM uluslar arası alanda ilk askeri ve siyasi başarısını kazandı. TBMM'yi tanıyan ilk devlet Ermenistan oldu. Ermenilerin toprak talebinden vazgeçmesi ile Sevr Antlaşması’nın uygulanma imkanı kalmadı. Ermeni sorunu büyük ölçüde çözüldü.


Gümrü Antlaşması’ndan hemen sonra Gürcistan da TBMM ile anlaşarak Batum ve Ardahan'ı Türkiye'ye geri verdi.




C. GÜNEY CEPHESİ

Mondros Ateşkes Antlaşması’ndan sonra Hatay, Adana, Mersin, Antep Urfa ve Maraş bölgesi Fransızlar tarafından işgal edilmişti. Fransızların bölgeye getirdiği Ermenilerin bölgede katliamlara girişmesi üzerine bölge halkı silahlı direnişe başladı. Fransızlar Maraş ve Urfa'dan çıkarıldı. Antep ise uzun süre kahramanca direndi. Adana ve Osmaniye'de de yenilgilere uğrayan Fransızlar, Türklerle baş edemeyeceklerini anladılar.

TBMM’nin kurduğu düzenli ordunun Batı Cephesi’nde Yunanlıları Sakarya Savaşı’nda yenmesi üzerine Fransa, TBMM ile Ankara Antlaşması’nı yaptı. Buna göre;

Hatay Fransa'nın yönetiminde kalacak, ancak, özerk bir yönetim kurulacak, resmi dil Türkçe olacak ve Türk parası geçerli olacaktı. (Fransa bu maddeyle dolaylı da olsa Hatay'ın Türkiye'nin bir parçası olduğunu kabul etmiştir).

Taraflar belirlenen sınırların kendi taraflarında genel af ilan edecektir.

Ankara Antlaşması ile; Güney Cephesi kapanmış, buradaki birlikler Batı Cephesi’ne kaydırılmış ve ilk kez bir İtilaf Devleti TBMM'yi tanımıştır. Bu durum Kurtuluş Savaşı’nın kazanılma yolunda olduğunu göstermektedir.



D. BATI CEPHESİ

1. I. İnönü Savaşı

Yunanlılar, yeni kurulan düzenli ordunun Çerkez Ethem'le uğraşmasından yararlanmak istediler. Düzenli ordu güçlenmeden onu yok etmek, Eskişehir ve Ankara'yı alarak TBMM'yi dağıtmak üzere 9 - 10 Ocak 1919'da İnönü mevzilerine saldırdılar. Ancak yenilerek geri çekildiler.



I. İnönü Savaşı’nın Sonucu

Düzenli ordu ilk başarısını kazandı. Yunanlılar Türk ordusunun bir vuruşta dağıtılamayacağını anladılar.

Savaştan sonra Çerkez Ethem isyanı da kolayca bastırıldı.

Türk halkının TBMM'ye ve düzenli orduya güveni arttı. Askere alım işlemleri hızlandı. Askerden kaçmalar azaldı.

Dış politikada olumlu gelişmelere yol açtı. İtilaf Devletleri Sevr Antlaşması’nı gözden geçirmek için Londra Konferansı’nı topladılar. Sovyet Rusya ile Moskova Antlaşması yapıldı.

İstiklal Marşı ve 1921 Anayasası’nın (Teşkilatı Esasi) kabul edilmesini kolaylaştı.

İsmet Bey generalliğe yükseltildi.



Londra Konferansı (21 Şubat - 12 Mart 1921)

İtilaf Devletleri TBMM'nin Doğu, Güney ve Batı Cephesi’nde kazandığı başarılar üzerine Sevr Antlaşması’nın uygulanamayacağını anladılar ve antlaşmayı gözden geçirmek üzere Londra'da bir konferans topladılar. Konferansa İstanbul Hükümeti yanında TBMM'yi de çağırmak zorunda kaldılar. Amaçları Sevr Antlaşması’nı biraz değiştirip Türk tarafına kabul ettirmekti.

Mustafa Kemal görüşmelerden bir sonuç çıkmayacağını biliyordu. Buna rağmen barış yanlısı olduğumuzu göstermek, Türk halkının haklılığını dünyaya duyurmak ve TBMM'nin uluslar arası alanda tanınmasını sağlamak için TBMM adına Bekir Sami Bey'in konferansa katılmasını destekledi.

İtilaf Devletleri konferansta Sevr Antlaşması’nı biraz değiştirip Türk tarafına kabul ettirmeye çalıştılar. Bu yüzden anlaşma sağlanamadı. Konferansın en önemli sonucu; İtilaf Devletleri'nin TBMM'yi resmen tanıması ve “Türkler barış istemiyor” şeklindeki propagandaların etkisiz hale getirilmesi oldu.



Moskova Antlaşması (16 Mart 1921)

İtilaf Devletleri’nin Boğazları ele geçirmesi ve Anadolu'yu işgal etmesi Sovyet Rusya'nın güney sınırlarını tehdit ediyordu. TBMM de Sovyet Rusya'dan askeri malzeme almak, doğu sınırlarının güvenliğini sağlamak istiyordu.

TBMM'nin Ermeniler ve Gürcülerle anlaşması güneyde ve batıda başarılar kazanması üzerine iki taraf yakınlaşarak Moskova Antlaşması’nı imzaladı (16 Mart 1921).


Buna göre;

Sovyet Rusya, TBMM'yi ve Misak-ı Milli'yi tanıyacak.

Sovyet Rusya, TBMM'nin Gürcistan ve Ermenistan'la yaptığı antlaşmaları Batum'un Gürcistan'a verilmesi şartıyla tanıyacak.

Taraflardan birinin tanımadığı uluslar arası bir antlaşmayı diğeri de tanımayacak.

İki devlet arasında karşılıklı yardımlaşma sağlanacak.

Bu antlaşma ile ilk kez batılı ve büyük bir devlet TBMM'yi tanıdı. Sovyet Rusya Sevr Antlaşması’nın geçersizliğini kabul etti. Türkiye'nin doğu sınırının güvenliği sağlanarak buradaki birliklerden bir kısmı Batı Cephesi’ne kaydırıldı.



2. II. İnönü Savaşı

Londra Konferansı sonuçsuz kalınca İtilaf Devletleri’nin kışkırtmasıyla Yunanlılar yeniden saldırıya geçtiler. Amaçları Ankara'yı almak, TBMM'yi dağıtıp Sevr Antlaşmasını Türklere zorla kabul ettirmekti. Ancak 27 Mart - 1 Nisan tarihleri arasında yapılan II. İnönü Savaşı’nda yine yenildiler.

Bu savaş Türk halkının TBMM'ye ve düzenli orduya güvenini iyice artırdığı gibi İtalyanların da Anadolu'dan çekilmeye başlamalarında etkili oldu.



3. Kütahya - Eskişehir Savaşları

Yunanlılar II. İnönü yenilgisinden sonra iyice hazırlandılar. Anadolu'ya büyük kuvvetler getirdiler ve 10 - 24 Temmuz 1921'de büyük bir saldırı başlattılar. Henüz iyi hazırlanamamış olan Türk ordusu bu taarruz karşısında geriledi. Mustafa Kemal daha fazla kayıp verilmemesi için ordunun Sakarya'nın doğusuna çekilmesini istedi.

Bu olay mecliste sert tartışmalara yol açtı. Bazı milletvekilleri ümitsizliğe kapılarak meclisin Kayseri'ye taşınmasını, düzenli ordunun kaldırılarak yeniden Kuva-yi Milliye birliklerine dönülmesini istiyordu.

Mustafa Kemal ümitsiz değildi. Ona göre düşman yenilebilirdi. Bunun için çabuk kararlar verilmesi ve verilen kararların derhal yerine getirilmesi gerekli idi. Bu nedenle meclisin yetkileriyle birlikte başkomutanlık yetkisinin kendisine verilmesini istedi. Meclis de bu isteği kabul etti (5 Ağustos 1921).

Mustafa Kemal ordunun eksiklerini gidermek için Tekalif-i Milliye emirlerini yayınladı. (8 Ağustos 1921). Buna rağmen ordunun eksiklikleri giderilemedi.



4. Sakarya Meydan Savaşı (22 Ağustos - 11 Eylül 1921)

Yunanlılar Türk ordusunun hazırlanmasına fırsat vermemek için hemen taarruza geçtiler. Başlangıçta bazı başarılar kazandılar. Mustafa Kemal “Hattı (çizgi) müdafaa yoktur. Sathı(yüzey) müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça terk edilemez.” emrini verdi. Sonunda Yunanlılar yenildi.


Sakarya Savaşı’nın Sonuçları

Yunanlıların Türk ordusunu yok etme, Ankara'yı alma ve Sevr'i Türklere kabul ettirme hayalleri sona erdi. Yunanlılar savunmaya geçti. Türk ordusu da taarruz hazırlıklarına başladı.

Halkın TBMM'ye ve orduya güveni tam olarak sağlandı. II. Viyana ile başlayan geri çekilme sona erdi.

TBMM Mustafa Kemal'e mareşallik rütbesi ve gazilik unvanı, Fevzi Çakmak’a da mareşallik rütbesi verdi.

Dış politikada olumlu gelişmeler oldu. Kafkas cumhuriyetleri ile Kars, Fransa ile Ankara Antlaşması yapıldı. Böylece doğu ve güneydeki birlikler Batı Cephesi’ne kaydırıldı. İtilaf Devletleri TBMM'ye ateşkes ve barış önerisinde bulundu.

Kars Antlaşması: Sakarya zaferi üzerine Sovyet Rusya TBMM ile ilişkileri iyice geliştirmek ve aradaki sorunları tamamen çözmek için Ermenistan, Gürcistan ve Azerbaycan'ı TBMM ile anlaşmaya zorladı. Moskova Antlaşması’nın bir tekrarı olan Kars Antlaşması yapıldı. Böylece doğu sınırı kesinlik kazandı.

Ankara Antlaşması: Fransa güneydeki şiddetli halk direnişi ve TBMM’nin başarıları üzerine TBMM ile Ankara Antlaşması’nı yaptı. Bu antlaşma ile ilk kez bir İtilaf Devleti TBMM'yi tanıdı. Hatay dışında bugünkü Suriye sınırımız çizildi. (Güney Cephesi konusunda anlatıldı)



5. Büyük Taarruz (26 Ağustos - 12 Eylül 1921)

Sakarya Meydan Savaşı'ndan sonra başlayan taarruz hazırlıkları bir yıl sürdü. Sonunda hazırlıklarını tamamlayan Türk ordusu 26 Ağustos 1922'de taarruza geçti. Aslıhanlar ve Dumlupınar dolaylarında yapılan Başkomutanlık Meydan Savaşı'nda Yunan ordusunun büyük kısmı imha edildi. Türk ordusu 9 Eylülde İzmir'e girdi. 18 Eylülde tüm Anadolu Yunanlılardan temizlendi.



6. Mudanya Ateşkes Antlaşması

Yunanlıların Anadolu'dan atılmasıyla sıra İstanbul, Boğazlar ve Trakya'nın kurtarılmasına gelmişti. İtilaf Devletleri bir savaşı göze alamayarak ateşkes önerdiler. Türkiye'yi İsmet Paşa'nın temsil ettiği görüşmeler sonunda Mudanya Ateşkes Antlaşması yapıldı.


Buna göre;

İstanbul'un yönetimi TBMM'ye bırakılacak.

Doğu Trakya'nın yönetimi bir ay içinde TBMM'ye bırakılacak. TBMM buraya sekizbin asker geçirebilecek.

Barış yapılana kadar İstanbul ve Boğazlarda bir miktar İtilaf kuvveti kalacak.

Türk - Yunan savaşı duracak.

Bu antlaşmayla, Milli Mücadelede savaşlar dönemi sona erdi. İstanbul, Boğazlar ve Doğu Trakya savaş yapılmadan kurtarıldı. İtilaf Devletleri İstanbul'un yönetimini TBMM'ye bırakmakla İstanbul Hükümeti’ni yok saydılar.



7. Lozan Barış Antlaşması

Mudanya'dan sonra, yapılacak barış görüşmelerinin tarafsız ülke gerekçesi ile İsviçre'nin Lozan kentinde yapılması kararlaştırıldı. İtilaf Devletleri Türk tarafını bölmek için TBMM ile birlikte İstanbul Hükümeti’ni de Lozan'a çağırdılar.

Bunun üzerine TBMM. 1 Kasım 1922'de saltanatı kaldırarak İtilaf Devletleri’nin planını bozdu. Türkiye adına görüşmelere İsmet Paşa katıldı.

Yapılan uzun ve çetin görüşmeler sonunda 24 Temmuz 1923'te Lozan Barış Antlaşması imzalandı.


Buna göre;

Türk - Yunan sınırı Meriç nehri olacak. Yalnız Yunanistan Karağaç'ı savaş tazminatı olarak Türkiye'ye verecek. Gökçeada ve Bozcaada dışındaki ege adaları Yunanistan'da kalacak.

Irak sınırı İngiltere ile Türkiye arasında yapılacak görüşmeler sonunda belirlenecek. Güney sınırı Ankara, doğu sınırı ise Kars Antlaşması’nda belirlenen şekilde olacak.

Boğazlar bütün ticaret gemilerine açık olacak, yönetimi için Türkiye'nin başkanlığında uluslar arası bir kurul oluşturulacak. Boğazlar silahlandırılmayacak.

Kapitülasyonlar kaldırılacak.

Azınlıklar Türk vatandaşı sayılacak. İstanbul dışındaki Türkiye Rumları ile Batı Trakya dışındaki Yunanistan Türkleri yer değiştirecek. Patrikhane İstanbul'da kalacak.

Osmanlı borçları, ayrılan devletlerle Türkiye arasında paylaşılarak ödenecek.


Lozan Barış Antlaşması ile;

Yeni Türk devletini bütün dünya devletleri tanıdı. Sevr Antlaşması geçersiz hale geldi.

Ekonomik gelişmemizi engelleyen kapitülasyonlar kaldırıldı. Azınlık sorunu çözüldü. Osmanlı borçları sorunu çözüldü.

Antlaşmadan sonra İtilaf Devletleri askerleri İstanbul'u boşalttı. Böylece geldikleri gibi gittiler.

Bütün bunlara rağmen Irak sınırı belirlenemedi. Boğazlarla ilgili maddeler Türkiye'nin egemenlik haklarını kısıtladı.

Etiketler: , , , , , , , ,

İslamiyetin Doğuşu ve Yayılışı

1. İslâmiyetten Önce Araplar

Din ve İnanışları: İslamiyetten önce Arapların büyük çoğunluğu puta tapardı. Putlarını Kâbe'ye koyarlar, her yıl hac mevsiminde ziyaret ederlerdi. Musevilik, Hristiyanlık ve Hanif dini de vardı.

Sosyal Yaşamları: Araplar kabileler halinde yaşarlardı. Kabileler arasında sürekli kan davaları vardı. Şehir ve köylerde oturanlar tarım ve ticaretle, göçebelerde hayvancılıkla uğraşırdı.

Erkek birden fazla kadınla evlenebilirdi. Kız çocukları aşağılanır, bazan öldürülürdü miras da verilmezdi. Kölelerin de hiçbir hakkı yoktu.



2. İslâmiyetin Doğuşu

Hz. Muhammed 571 yılında Mekke'de doğdu. Babası Abdullah, annesi Amine Hatun’dur. Küçük yaşta anne ve babasını kaybettiğinden önce dedesinin sonra da amcası Ebu Talib'in yanında yetişti. Çobanlık ve ticaretle uğraştı. 25 yaşında Hz. Hatice ile evlendi. Bütün kötülüklerden uzak durması, doğruluğu ve zekasından dolayı “el emin” dendi. Kırk yaşlarına geldiğinde sık sık gittiği Hira dağındaki bir mağarada ilk vahyin gelmesiyle peygamber oldu.(610)

Hicret ve Hz. Muhammed'in Seferleri: Hz. Muhammet İslam dinini önce gizlice yakınlarına anlattı. Daha sonra açıktan yaydı. Bu durum çıkarlarının elden gitmesinden korkan Mekke ileri gelenlerinin tepkisine yol açtı. Mekkeliler Müslümanlara baskı yapmaya başladılar.

Bunun üzerine Müslümanlar Mekke'den Medine'ye hicret (göç) ettiler (622). Böylece İslam Devleti'nin temelleri atıldı. Hz. Muhammed din ve devlet başkanı oldu.

Mekkeliler Müslümanların peşini bırakmadılar. Müslümanların Mekke'de kalan mallarını yağmaladılar. Bu durum Bedir Savaşı’na yol açtı. 624'te yapılan Bedir Savaşı’nı Müslümanlar kazandı. Bu durum Müslümanların kendilerine güvenini artırırken İslamın yayılışını da hızlandırdı.

625'te Mekkeliler Bedir’in intikamını almak istediler. Yapılan Uhud Savaşı’nda Müslümanlar yenildi. İki yıl sonra Mekkeliler Müslümanları kesin olarak yok etmek için Medine’yi kuşattılar. Ancak kazılan hendekleri geçemediler. Mekkelilerin başarısızlığı Arapların Müslümanlara olan ilgisini artırdı.

628'de yapılan Hudeybiye Antlaşması ile Mekkeliler Müslümanların varlığını tanımış oldu. 630'da Hz. Muhammed Mekke'yi ele geçirdi. Mekkelilerin tamamına yakını Müslüman oldu. İslamiyet Arabistan'daki en büyük güç oldu. 632'de Veda Haccı'nı yapan Hz. Muhammed aynı yıl vefat etti.



3. İslâmiyetin Yayılışı

Hz. Muhammed'den sonra yerine Hz. Ebubekir halife seçildi. Onun zamanında yalancı peygamberler ve zekat vermeyen kabileler itaat altına alındı. Kuranı Kerim kitap haline getirildi. Yerine geçen Hz. Ömer zamanında Irak, İran, Suriye ve Mısır fethedildi.

Hz Osman zamanında Türklerle savaşlar başladı. İlk İslam donanması kuruldu ve Kıbrıs alındı. Hz. Osman'ın son zamanında başlayan karışıklıklar Hz. Ali zamanında artarak devam etti. Bu durum İslam toplumunun bölünmesine ve fetihlerin durmasına neden oldu.

İslam fetih hareketleri Emeviler zamanında (661-750) yeniden hızlandı. Kuzey Afrika'nın fethi tamamlandı, İspanya fethedildi. Horasan ve Maveraünnehir bölgesi ele geçirildi. İstanbul kuşatıldı. Abbasiler döneminde fetihler durmuştur. Abbasiler fetihlerden çok islam dininin yayılması için çalışmışlar; bilim, sanat ve edebiyatla uğraşmışlardır. Türkler ve İranlılar gibi Arap olmayan uluslara devlet ve ordu yönetiminde görevler vermişlerdir.



4. İslâm Kültür ve Uygarlığı

Devlet ve Memleket Yönetimi: Hz. Muhammed, din ve devlet başkanı olarak toplumun tüm sorunlarıyla ilgilenmiştir.

Hz Ömer zamanında ülke illere ayrılmış, başına vali ve kadılar tayin edilmiştir. Emevilerde halifelik babadan oğula geçmeye başladı. Emeviler, posta, maliye ve emniyet teşkilatının temellerini attı. Abbasiler zamanında vezirlik makamı kuruldu.

İslam Devleti’nin sınırları genişledikçe İslam dini de yayıldı. Özellikle Abbasilerin hoşgörülü ve adaletli tutumları sayesinde İslamiyet Türkler ve İranlılar arasında yayıldı.

Sosyal ve Ekonomik Yaşam: İslam dininde bütün Müslümanlar eşitti. Ancak Emeviler Arap olmayan Müslümanlara ikinci sınıf vatandaş muamelesi yapmışlardır. Abbasiler Arap olmayan Müslümanlara da eşit davranmıştır. İslamiyet köleliği kaldırmamış, ancak haklarını genişletmiştir. Sınırların genişlemesi tarım ve ticareti de geliştirmiştir.

Emeviler zamanında Arapça resmi dil oldu. Bilim dilinin Arapça olması Arapçanın yaygınlaşmasını sağladı.

İslam dini bilim ve sanatın gelişmesini teşvik etti. Abbasiler zamanında medreseler kuruldu. Eski Yunan eserleri Arapçaya tercüme edildi. Dini ilimlerin yanında matematik, tıp, astronomi, felsefe gibi bilimler de gelişti.

Emeviler zamanında sanat hızla gelişti. Özellikle mimaride Avrupa geçildi. Resim ve heykel yasak olduğundan gelişmedi. Bunun yerine hat, oymacılık, nakkaşlık, arabesk gibi sanat dalları gelişti.

Etiketler: , , , , , , , , , ,

İlk Müslüman Türk Devletleri

1. Türklerin İslamiyeti Kabulleri

Abbasiler zamanında Türk - Arap ilişkileri gelişti. Talas Savaşı’nda Çinlilere karşı birlikte savaşıldı. Abbasiler yönetim ve askerlik işlerinde Türklere görevler verdiler. Bu durum Türklerin İslamiyeti tanımalarını, bu dinin kendi inanç ve yaşayışlarına benzediğini görmelerini sağladı. Bunun sonunda topluca İslamiyeti kabul etmeye başladılar.



2. İlk Müslüman Türk Devletleri

a. Karahanlılar

Halkı ve yöneticileri Müslüman olan ilk Türk devletidir. Türkistan dolaylarında Bilge Kül Kadır Han tarafından kurulmuştur. Başkenti Balasagun'dur. Yusuf Kadir Han zamanında en parlak dönemini yaşayan devlet onun ölümünden sonra ikiye ayrıldı. Zayıflayan devlet önce Selçuklulara bağlandı. Doğu Karahanlılar, Karahitaylar Batı Karahanlılar ise 1212'de Harzemşahlar tarafından yıkıldı.



b. Gazneliler

Kuzey Hindistan, Afganistan ve İran'ın doğusunda Alp Tigin tarafından kuruldu (963). Başkent Gazne devletin adı oldu. Gazneliler Sultan Mahmut zamanında Hindistan'a seferler yaparak burada İslamiyetin yayılmasını sağladılar. Sultan Mesut'un Dandanakan Savaşı'nda (1040) Selçuklulara yenilmesi Gaznelileri zayıflattı. 1087'de yıkıldı. Yıkılışlarında çok uluslu bir devlet olmaları da etkili oldu.



c. Büyük Selçuklular

Oğuzların Kınık boyundan, Selçuk Bey’in torunları Tuğrul ve Çağrı beyler 1040'da Dandanakan Savaşı'nda Gaznelileri yenerek bağımsızlıklarını elde ettiler. Tuğrul Bey zamanında İran, Irak, Türkistan ele geçirildi. Bağdat'ta yaşayan Abbasi halifesi koruma altına alındı. Anadolu'ya ilk Türk akınları başladı. Pasinler Savaşı kazanıldı. Alp Arslan zamanında kazanılan Malazgirt zaferi Anadolu'nun Türk yurdu olmasını sağladı. Melikşah zamanında en parlak zamanını yaşayan devlet onun ölümüyle parçalandı (1092). Sultan Sancar devleti yeniden toparladı.

Ancak 1141'de Karahitaylarla yapılan Katvan Savaşı’nın kaybedilmesi, atabeylerin bağımsızlıklarını ilan etmesi, taht kavgaları Oğuzların isyan etmesi devletin yıkılmasına neden oldu.



d. Eyyubiler

Mısırda Selahaddin Eyyubi tarafından kurulmuştur. Yöneticiler ve askerler Türk, halkı Arap'tır. Haçlılarla mücadele ederek İslam dünyasını korumuşlardır.



e. Memlûkler

Eyyubi Devleti’nin yerinde kurulmuştur. Yöneticiler ve ordu Türk'tür. Haçlılar ve Moğollarla mücadele ederek Türk ve İslam dünyasını korumuşlardır. Yavuz'un Mısır Seferi sonunda Osmanlılarca yıkılmıştır.



3. İlk Müslüman Türk Devletlerinde Kültür ve Medeniyet

a. Devlet ve Ülke Yönetimi

Müslüman Türk devletlerinde ülke, hükümdar ailesinin ortak malı sayılır ve hükümdar ailesi arasında paylaşılarak yönetilirdi. Hükümdarların Tanrı tarafından görevlendirildiğine inanılırdı. Ülke sorunları önemli devlet adamlarının katıldığı divanda görüşülürdü. Ülke eyaletlere ayrılırdı. Melikler atabey denilen hocalar gözetiminde eyaletlere yönetici olarak atanırdı. Adalet işlerine kadılar, askerlik işlerine subaşılar bakardı. Ordu, hazineden maaş alan Hassa askerleri ile ikta sistemi ile yetişen eyalet askerleri ve yardımcı kuvvetlerden oluşurdu. Topraklar devletin malı sayılır ve ikta sistemi ile yönetilirdi. Mülk ve vakıf topraklar da vardı.



b. Sosyal ve Ekonomik Hayat

İlk Müslüman Türk devletlerinde şehirlerde yaşayan halk ticaret, zanaat ve esnaflık yapardı. Köylerde yaşayanlar tarım, göçebeler hayvancılıkla uğraşırdı. Şehir esnafı arasında dayanışmayı sağlayan loncalar vardı. Yöneticiler ticarete büyük önem vermişlerdir. Karahanlılar ve Selçuklular ticareti geliştirmek için kervansaraylar yaptırmışlardır.



c. Yazı Dil ve Edebiyat

Karahanlılar Uygur alfabesini kullanmıştır. Türkçe resmi dil olmanın yanında bilim ve edebiyat dili olarak da kullanılmıştır. Bu durum Türkçe'nin gelişmesini ve yaygınlaşmasını sağlamıştır. Büyük Selçuklularda resmi dil, Farsça, bilim dili Arapça olduğundan Türkçe'nin ilerlemesi yavaşlamıştır.



d. Bilim, Sanat ve Mimari

Yöneticiler bilim ve sanat adamlarını korumuş eğitim - öğretim için medreseler yaptırmışlardır. Semerkant ve Nizamiye Medreseleri dönemin en önemli eğitim - öğretim kurumlarıydı.

Sanat alanında; resim ve heykel yasak olduğundan gelişmemiştir. Minyatür, hattatlık, oymacılık, kakmacılık, nakkaşlık gibi sanat dalları gelişmiştir.

Mimari alanında ise büyük gelişmeler olmuştur. Birçok cami, medrese, kervansaray, türbe, kümbet, saray ve kale yapılmıştır.

Etiketler: , , , , , , , , , , ,

Genelgeler ve Kongreler

1. Havza Genelgesi (28 Mayıs 1919)

19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıkan Mustafa Kemal Milli Mücadele hareketini başlatmak üzere Anadolu içlerine doğru ilerlemeye başladı. 28 Mayıs 1919'da Havza Genelgesi’ni yayınladı. Genelgede; İstanbul'daki işgal komutanlıklarına ve hükümet çevrelerine işgalleri kınayan protesto telgraflarının çekilmesini, yurt genelinde protesto mitinglerinin yapılmasını istedi. Mustafa Kemal bu genelge ile milletin işgaller konusunda bilinçlenmesini ve tepki göstermesini sağlamayı hedeflemiştir.



2. Amasya Genelgesi (22 Haziran 1919)

Havza'dan Amasya'ya gelen Mustafa Kemal burada Ali Fuat Paşa, Refet Bey ve Rauf Beylerle görüşerek Amasya Genelgesi’ni yayınladı.


Genelge’de;

Vatanın bütünlüğü, milletin bağımsızlığı tehlikededir.

İstanbul Hükümeti üzerine düşen görevleri yerine getirememekte, bu durum milleti yok gibi göstermektedir.

Milletin bağımsızlığını yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır.

Milletin haklarını savunmak ve sesini dünyaya duyurmak için her türlü etki ve denetimden uzak milli bir heyet kurulmalıdır.

Bunun için Anadolu'nun en güvenli yeri Sivas'ta milli bir kongre yapılacaktır. Kongreye katılmak üzere her ilden milletin güvenini kazanmış üç delege seçilerek gizlice Sivas'a geleceklerdir.

kararları alınmıştır.



Amasya Genelgesi ile;

Halk işgallere ve bölünmeye karşı uyarılmıştır (a).

Milli Mücadele'nin amacı, gerekçesi ve yöntemi belirlenmiştir (b, c).

İstanbul Hükümeti yok sayılmıştır (b).

Millet egemenliğine dayalı yeni bir yönetimin kurulacağı belirtilmiştir (c).

Bir hükümet gibi çalışacak olan Temsil Heyeti'nin kurulması kararlaştırılmıştır.

İstanbul Hükümeti Amasya Genelgesi’ni hoş karşılamadı. İtilaf Devletleri’nin de baskısıyla Mustafa Kemal İstanbul'a geri çağrıldı. Mustafa Kemal Paşa bir süre oyalamaya çalıştıysa da sonunda askerlik görevinden istifa etti. Ancak yolundan dönmedi.



3. Erzurum Kongresi (24 Temmuz - 7 Ağustos 1919)

Mustafa Kemal Amasya Genelgesi’nden sonra Doğu Anadolu'nun Ermenilere karşı savunulması amacıyla Doğu Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti tarafından toplanmakta olan Erzurum Kongresi’ne katıldı. Kongreye başkan seçilen Mustafa Kemal bölgesel amaçla toplanan kongreden milli kararlar çıkmasını sağladı.


Kongrede alınan kararlar şunlardır:

Milli sınırlar içinde vatan bir bütündür, parçalanamaz.

Yabancı işgal ve müdahalesine karşı Osmanlı Hükümeti'nin dağılması halinde millet hep birlikte savunmaya geçecektir.

İstanbul Hükümeti vatanı savunamazsa geçici bir hükümet kurulacaktır. Hükümet üyeleri milli kongre tarafından seçilecektir. Kongre toplanmamışsa şimdilik bu işi Temsil Heyeti yapacaktır.

Kuva-yı Milliye’yi amil (etken), milli kuvvetleri hakim kılmak esastır.

Azınlıklara siyasi hakimiyetimizi ve sosyal dengemizi bozucu ayrıcalıklar verilemez.

Manda ve himaye kabul edilemez.

Mebuslar Meclisi’nin derhal toplanması ve hükümet işlerinin meclis denetiminde yürütülmesi için çalışılacaktır.



Erzurum Kongresi kararları ile;

İlk kez milli sınırlar ifadesi kullanılmıştır (a).

Tam bağımsızlıktan yana karar alınmıştır(f).

Millet egemenliğine dayalı yeni bir yönetimin kurulacağı ifade edilmiştir (d).

Azınlıklara tanınan ayrıcalıklara karşı çıkılmıştır (e).

Kongre sonunda alınan kararları yürütmek üzere Temsil Heyeti oluşturuldu; başkanlığına da Mustafa Kemal getirildi.



4. Sivas Kongresi (4 - 11 Eylül 1919)

Amasya Genelgesi gereği yurt genelinden seçilen temsilcilerin katılımıyla Sivas Kongresi toplandı. Kongre; toplanış amacı, şekli ve alınan kararlar bakımından milli kongredir. Kongre sonunda;

Milli cemiyetler Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adı altında birleştirilerek Milli Mücadele hareketinin tek elden yürütülmesi sağlandı.

Manda ve himaye kesin olarak reddedilerek tam bağımsızlıktan yana karar alındı.

Erzurum Kongresi kararları tüm yurdu kapsayacak şekilde genişletilerek aynen kabul edildi.

Temsil Heyeti'nin üye sayısı artırılarak yeniden oluşturuldu. Tüm yurdu temsil etmesi ve bir hükümet gibi çalışması kararlaştırıldı. Başkanlığına Mustafa Kemal getirildi. Temsil Heyeti Ali Fuat Paşa'yı Batı Anadolu'daki Kuva-yı Milliye Komutanlığı’na getirerek yürütme yetkisini kullandı.



5. Osmanlı Hükümetleri ve Temsil Heyeti

İstanbul’daki Damat Ferit Paşa Hükümeti, İtilaf Devletleri’nin de baskısıyla Milli Mücadele hareketine karşı olumsuz hareketlere girişti. Sivas Kongresi’nin toplanmasını engellemek için çalıştı. Mustafa Kemal'in tutuklanması için emir çıkardı. Ancak başarılı olamadı.

Mustafa Kemal Sivas Kongresi sonunda Temsil Heyeti’nin de onayını alarak padişahla doğrudan görüşmek istedi. Ancak Damat Ferit Paşa bunu engelledi. Bunun üzerine meşru bir hükümet kuruluncaya kadar İstanbul'la Anadolu arasındaki ilişkilerin kesilmesi kararlaştırıldı. Bunun üzerine Damat Ferit Paşa istifa etmek zorunda kaldı. Yerine daha ılımlı olan Ali Rıza Paşa Hükümeti kuruldu.


Bu durum Temsil Heyeti’nin İstanbul Hükümeti’ne karşı kazandığı ilk siyasi başarıdır. Ayrıca İstanbul’un Anadolu’ya bağımlı olduğu ispatlanmıştır.




Ali Rıza Paşa Mustafa Kemal'le görüşmek üzere Salih Paşa'yı Amasya'ya gönderdi. 20 - 22 Ekim 1919'da yapılan görüşmeler sonunda Amasya Protokolü imzalandı. Buna göre;

Türk vatanının bütünlüğü ve bağımsızlığı korunacaktır.

Azınlıklara ayrıcalık verilmeyecektir.

Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin hukuki varlığı tanınacaktır.

Temsil Heyeti'nin görüşleri alınmadan barış görüşmeleri yapılmayacaktır.

Mebuslar Meclisi toplanacak, milletvekili seçimleri serbestçe yapılacak, meclis İstanbul dışında güvenli bir yerde toplanacaktır.

Amasya görüşmeleri ile İstanbul Hükümeti Temsil Heyeti'nin varlığını ve gücünü resmen kabul etmiş oldu. Buna rağmen hükümet, alınan kararlardan Mebuslar Meclisi’nin toplaması dışındakileri kabul etmedi.



6. Son Osmanlı Mebuslar Meclisi, Misak-ı Milli Kararları ve İstanbul'un İşgali

Amasya Görüşmeleri’nden sonra Mebuslar Meclisi'nin toplanması için hazırlıklar başladı. Seçimler yapıldı. İtilaf Devletleri meclisin aleyhlerinde karar alamayacağını ve hazırlayacakları barış antlaşmasını meclise onaylatacaklarını düşünerek meclisin toplanmasına karışmadılar.

Bu arada Mustafa Kemal Temsil Heyeti ile birlikte Ankara'ya gelerek burayı Milli Mücadelenin merkezi haline getirdi (27 Aralık 1919). Bunda; Ankara'nın Türkiye'nin ortasında, Batı Cephesi ve İstanbul'a yakın olması, ulaşım ve haberleşme imkanlarının fazla olması, güvenli bir yer olması etkili oldu. Mustafa Kemal burada İstanbul'a giden milletvekilleri ile görüşerek onlardan milli kararlar almalarını istedi.

Osmanlı Mebuslar Meclisi 12 Ocak 1920'de toplandı. 28 Ocak 1920'de de Misak-ı Milli kararlarını aldı. Buna göre,

Mondros imzalandığı sırada işgal edilmemiş olan ve Türklerin çoğunlukta yaşadığı topraklar bir bütündür parçalanamaz. Arap illerinin geleceği orada yaşayan halkın vereceği kararla belirlenecektir.

Kars, Ardahan ve Batum 'da yeniden halk oylaması yapılabilir. Batı Trakya'nın geleceği de burada yaşayan halkın oyları ile belirlenmelidir

İstanbul'un güvenliği sağlanırsa Boğazlar dünya ticaretine açılabilir. Bu konuda ilgili devletlerin görüşleri de alınacaktır.

Azınlık hakları komşu ülkelerdeki Türk ve Müslümanlara verilen haklar kadar olacaktır.

Milli ve ekonomik gelişmemizi engelleyen siyasi, adli ve hukuki sınırlamalar kaldırılmalıdır. Osmanlı borçları ödenecektir.

Misak-ı Milli Kararları ile Türk vatanının sınırları belirlenmiş, Türk milletinin asgari hakları istenmiştir. Erzurum ve Sivas Kongresi’nde alınan kararlar kabul edilerek hukuki bir nitelik kazandırılmıştır.

Misak-ı Milli kararları ile azınlık hakları, Boğazlar, kapitülasyonlar ve dış borçlar konusu gündeme getirilmiştir.

İtilaf Devletleri alınan kararları hoş karşılamadılar. Önce hükümete baskı yaparak kararları değiştirmeye çalıştılar. Başarılı olamayınca da İstanbul'u resmen işgal ederek meclisi dağıttılar. Milli Mücadele yanlısı vekilleri tutuklamaya başladılar. İtilaf Devletleri bu hareketleri ile Türk milletinin istek ve kararlarını dikkate almadıklarını göstermişlerdir.

Mustafa Kemal işgal hareketini dünya kamuoyu önünde protesto etti. İstanbul'daki tutuklamalara karşı Anadolu'daki İtilaf Devleti subaylarının tutuklanmasını istedi. Ayrıca padişah halifenin baskı altında olduğunu, bu nedenle mücadeleyi onun adına yürüttüğünü söyleme imkanı buldu. Yeni meclisin Ankara'da toplanacağını, bu nedenle her ilden beş milletvekilini seçilerek derhal Ankara'ya gelmesini istedi. Mebuslar Meclisi’nin kapatılması ve İstanbul'un işgali TBMM'nin açılmasını kolaylaştırmıştır.

Etiketler: , , , , , , , , ,

Dış Politika ve Atatürk İlkeleri

Atatürk, dış politikada her zaman barışçı olmaya özen göstermiştir. “Yurtta sulh, cihanda sulh” sözü onun bu konudaki düşüncesini özetlemektedir. Atatürkçü düşüncede dış politikanın başlıca öğeleri;

Milli sınırlarımız içinde kalmak, milli gücümüze dayanmak, ulaşamayacağımız emeller peşinde koşmamak, devletler arası ilişkilerde eşitlik kuralına uymak, başkalarının bağımsızlığına saygı göstermek, iç teşkilatı dikkate almak, diğer devletlerin iç politikalarından ve yönetimlerinden etkilenmemek, akıl ve bilime dayanmak

şeklinde sıralanabilir.

Atatürk döneminde dış politikayı belirleyen başlıca etkenler, Lozan'dan kalan problemlerle, I. Dünya Savaşı’nın sonuçlarının ortaya çıkardığı uluslar arası sorunlar olmuştur.



1. Musul Sorunu ve Sonucu

Lozan görüşmelerinde Irak sınırı belirlenememişti. Konferansta tarafların sonradan aralarında yapacakları görüşmeler yolu ile sorunu çözmeleri kabul edilmişti.

1925'te İngiltere ile görüşmeler başladı. Ancak bir sonuç alınamadı. Bu sırada Şeyh Sait isyanının çıkması Türkiye'nin askeri müdahalede bulunmasını engelledi. Sonunda İngiltere ile 1926'da Ankara Antlaşması yapılarak Irak sınırı ve Musul sorunu çözüldü.


Buna göre;

Musul petrollerinin gelirinin yüzde onu yirmi beş yıl süreyle Türkiye'ye verilecek.

Hakkari Türkiye'de; Musul Irak sınırları içinde kalacak.



2. Türkiye'nin Milletler Cemiyeti’ne Girmesi (1932)

I. Dünya Savaşı’ndan sonra dünya barışını korumak amacıyla Milletler Cemiyeti kurulmuştu. Ancak cemiyet daha çok İngiltere'nin güdümünde idi.

Türkiye 1932'de Milletler Cemiyeti’ne katılma teklifini kabul etti. Atatürk bu teklifi kabul etmekle Türkiye'nin barış yanlısı olduğunu göstermeyi ve dünya barışına hizmet etmeyi hedeflemiştir.



3. Balkan Antantı (1934)

1930'lu yıllarda dünya barışı hızla bozulmaya başladı. Almanya ve İtalya'nın Orta Doğu ve Balkanlarda saldırgan bir politika takip etmeye başlaması üzerine Türkiye, Yunanistan, Yugoslavya ve Romanya arasında karşılıklı sınırların güvenliği ve saldırmazlık antlaşması imzalandı.



4. Boğazlar Sorunu ve Montrö (Montreux) Sözleşmesi (1936)

Lozan Barış Antlaşması’nda Boğazlar Türkiye'nin başkanlığındaki uluslar arası bir komisyonun yönetimine bırakılmıştı. Ayrıca Türkiye Boğazları silahlandıramayacaktı. 1930'lu yıllarda dünya barışı bozulmaya başladı. İtalya ve Almanya'nın saldırgan tutumları üzerine Türkiye Boğazlar konusunu yeniden gündeme getirdi.

1936'da İsviçre'nin Montrö kentinde yapılan görüşmeler sonunda Montrö Boğazlar Sözleşmesi imzalandı.


Buna göre;

Boğazlar Komisyonu kaldırılarak yetkileri Türkiye'ye devredilecek. Türkiye Boğazları silahlandırabilecek.

Boğazlar ticaret gemilerine açık olacak. Savaş gemilerinin geçişi ise Türkiye'nin onayına bırakılacak.

Bu antlaşma ile Lozan'da Türkiye'nin egemenlik haklarını kısıtlayan bazı hükümler ortadan kalkmıştır.



5. Sadabat Paktı (1936)

1934'te İtalya'nın Habeşistan'a saldırması Doğu Akdeniz ve Orta Doğu'da güvenliği tehlikeye düşürdü. Bunun üzerine harekete geçen Türkiye, Irak, İran ve Afganistan arasında Sadabat Paktı yapıldı. Bu antlaşma ile Türkiye doğu ve güney sınırlanın güvenliğini sağlamaya çalıştı.



6. Hatay Sorunu ve Sonucu

1921'de Fransa ile yapılan Ankara Antlaşması ile Hatay Fransa'nın yönetiminde kalmış, ancak özerklik verilmişti.

1936'da Fransa, Suriye ve Lübnan üzerindeki manda yönetimine son verince Hatay sorunu ortaya çıktı. Türkiye Milletler Cemiyeti'ne başvurarak Hatay'ın geleceğine Hataylıların karar vermesini istedi. Bu öneri kabul edildi. 1938'de yapılan halkoylaması sonunda Hatay Bağımsız Türk Cumhuriyeti kuruldu. Bir süre sonra Hatay Meclisi Türkiye'ye katılmayı kabul etti. Fransa'da bu durumu tanımak zorunda kaldı. Hatay sorunu Türkiye'nin istediği şekilde çözüldü.



ATATÜRKÇÜLÜK ve ATATÜRK İLKELERİ

1. Atatürkçü Düşünce Sistemi

Temel esasları Atatürk tarafından belirlenen devlet hayatına, fikir hayatına ve ekonomik hayata ilişkin gerçekçi fikirlere ve ilkelere Atatürkçülük denir.

Atatürkçülük; Türk milletine, bugün ve gelecekte tam bağımsızlığa, huzur ve refaha sahip olması, devletin millet egemenliği esaslarına dayandırılması, aklın ve ilmin rehberliğinde, Türk kültürünün çağdaş uygarlık düzeyi üzerine çıkarılmasını amaçlar.

Atatürkçülüğü oluşturan ilkeler bir bütündür; birbirlerinin tamamlayıcısıdır.


Atatürk ilkelerinin başlıca ortak özellikleri;

İlkeler Türk toplumunun ihtiyaçlarından doğmuştur. Dış baskı ve zorlama yoktur.

Akla ve mantığa uygundur.

Atatürk tarafından hem söz hem de uygulama ile gösterilmiştir.

İlkeler bir bütündür, tek tek değerlendirilmezler.



Atatürk ilke ve inkılaplarının dayandığı temel esaslar;

Milli tarih ve milli dil bilinci

Vatan ve millet sevgisi

Milli egemenlik ve milli bağımsızlık

Milli kültürü geliştirme, çağdaş uygarlıkların üstüne çıkma, bu konuda Türk milletine inanma ve güvenme

Milli birlik ve beraberlik ve ülke bütünlüğü

Barışçılık, akılcılık ve bilimsellik



2. Atatürk İlkeleri

Yeni Türk Devletinin ve yapılan inkılapların dayandığı ilkelerdir.



a. Cumhuriyetçilik

Cumhuriyet rejimi; halk egemenliğine dayanan demokrasi yönetiminin bir uygulama şeklidir. Cumhuriyetçilik ise; cumhuriyet yönetimine bağlılık, onu korumak, yüceltmek ve korumak demektir. Cumhuriyet yönetiminde kararları milletçe seçilmiş meclis verir. Egemenlik hakkı milletindir.

Atatürk'ün cumhuriyetçilik ilkesi demokrasiyi esas alır. Bu anlayışa göre; son söz millet tarafından seçilmiş meclistedir. Millet adına kanunları o yapar. Hükümete güvenoyu verir veya onu düşürür. Millet, vekillerinden memnun olmazsa belirli zaman sonunda başkalarını seçer. Millet, egemenliğini, devlet idaresine katılmasını, seçim zamanında oyunu kullanmakla sağlar. Atatürk cumhuriyeti gençlere emanet ederek onun sonsuza kadar yaşamasını istemiştir.



b. Milliyetçilik

Milliyetçilik ilkesi milli birlik ve beraberliğimizin temelidir. Atatürk'e göre millet; geçmişte bir arada yaşamış, halen bir arada yaşayan, gelecekte de bir arada yaşama kararlılığında olan, aynı vatan topraklarında yaşayan, aralarında dil, din, tarih, kültür ve duygu birliği gibi ortak yönleri olan insan topluluğudur.

Milliyetçilik ise; milleti sevmek, yüceltmek, refah ve mutluluğunu artırmak, birlik ve beraberliğini korumak için çalışmaktır.

Atatürk milliyetçiliği, birleştirici ve bütünleştiricidir. Vatanın bütünlüğünü, milletin bağımsızlığını her şeyin üstünde tutar. İnsana ve insanlığa değer verir, barışçıdır. Din, dil, ırk ayrımı yapılmaz.



c. Halkçılık

Cumhuriyetçilik ve milliyetçilik ilkelerinin zorunlu sonucudur. Halkçılık ilkesine göre; hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınmaz. Milletin bütün fertleri, kanun önünde eşittir. Herkes devlet hizmetlerinden yararlanma hakkına sahiptir. “Devlet, millet içindir” görüşü kabul edilir.

Halkçılık ilkesinde millet egemenliği esastır. Yönetme hakkı millete aittir. Devlet vatandaş ilişkileri adil bir şekilde düzenlenmiştir. Toplumda herkes halkın refah ve mutluluğu için çalışmalıdır.



d. Devletçilik

Devletçilik, Atatürk tarafından Türkiye'de uygulanmış ekonomik bir modeldir. Bir zorunluluk sonucunda ortaya çıkmıştır. Devletçilik; ekonomik, kültürel ve sosyal kalkınmada Atatürk'ün koyduğu temel ilkelerden biridir. Ülkemizde devletçilik karma ekonomi ile eş anlamda kullanılmıştır. Bu sistemde devlet özellikle özel teşebbüsün başarılı olamadığı ağır ekonomi alanlarına yatırım yaparken bir taraftan da özel teşebbüsü destekler. Cumhuriyetin ilk yıllarında özel teşebbüs sermaye, teknoloji, teknik eleman gibi yetersizlikler nedeniyle başarılı olamamış, bu nedenle devlet ekonomiye müdahale etmiş ve devletçilik ilkesi ortaya çıkmıştır.



e. Laiklik

Din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması, devlet yönetiminde ve siyasette din kurallarına yer verilmemesi demektir. Laiklikte din ve inanç kişinin vicdanına bırakılmıştır. Herkes istediği dine inanma ibadetlerini serbestçe yapma hakkına sahiptir. Devlet din konusunda tarafsızdır. Siyasetçiler dini kendi amaçları için kullanmazlar.



f. İnkılapçılık

Atatürk'e göre inkılap; “Türk milletini son yıllarda geri bırakmış olan müesseseleri yıkarak yerlerine, milletin en yüksek medeni gereklere göre ilerlemesini sağlayacak yeni müesseseler koymuş olmaktır”. Bu anlayışa göre İnkılap; eskiyi ve kötüyü kaldırmak yerine iyiyi ve güzeli koymaktır.

Atatürk inkılaplarının amacı; Türkiye cumhuriyeti halkını, tamamen çağdaş ve bütün anlam ve görünüşü ile uygar bir toplum durumuna ulaştırmaktır. Atatürk'ün inkılapçılık ilkesi, Atatürk inkılabının korunması ve geliştirilmesini öngörür. Atatürk ilkelerine canlılık ve süreklilik kazandırır. Atatürk'ün çizdiği yolda durmadan ilerlememizi sağlar.

Etiketler: , , , , , , ,

 
Ödev Siteleri egitimhit.com/ http://www.ders.org/toplist/ ktunnel google adwords reklam sexsexsexsexsexsexsexsexsexsexsexsexsexsexsexsexsexsexsexsex